Yılmaz Güney - 1917 Ekim Devrimi Dünya Proletaryası ve Dünya Halklarına Ölümsüz Bir Işık ve Sonsuz Bir Eğitim Kaynağıdır
Yılmaz Güney - 1917 Ekim Devrimi Dünya Proletaryası ve Dünya Halklarına Ölümsüz Bir Işık ve Sonsuz Bir Eğitim Kaynağıdır
Yılmaz Güney
Yılmaz Güney'in 1978 Kasım’da, Güney Dergisi’nin 11. sayısında yayınlanan yazısıdır.
İçeriği
1917 Büyük Ekim Devrimi, Lenin’in önderliğindeki Bolşevik
Partisi’nce yönlendirilen Rusya’nın işçileri, yoksul
köylüleri ve ezilen ulus ve halklarının, sadece Rus
burjuvazisi ve burjuvalaşmış toprak beyliğine karşı
kazandıkları bir zaferin değil; sadece işçi sınıfı
hareketi içindeki küçük burjuva partilerine karşı ve
özellikle parti içinde yuvalanmış menşevik ve oportünist
akımlara, anti leninistlere karşı zaferin değil, aynı
zamanda, “emperyalizmin dünya egemenliği”ne karşı
kazandıkları zaferin simgesidir. Marx ve Engels’in
öğretileri ve diyalektik materyalist felsefenin yol
gösterdiği ekonomik, siyasi ve askeri mücadelenin bir
ürünü olan Ekim Devrimi, yeni bir dönemi, “emperyalizmin
ülkeleri”nde proleter devrimleri; sömürge ve yarı sömürge
ülkelerde de ulusal kurtuluş ve demokratik halk devrimleri
dönemini başlatmıştır.
Bu nedenle, bütün dünyanın uyanık ve sınıf bilincine
sahip işçileri, yoksul köylüleri, emekçi kitleleri,
ilerici aydınları ve demokratları ve ezilen ulus ve
halkları, uluslararası kapitalizmin yenilmezliği
efsanesini ilk kez Rusya’da yerle bir eden ve insanlığın
önünde yeni ufuklar açan Ekim Devrim’ine ve onun getirdiği
devrimci kazanımlara ve derslere, coşkun ve içten bir
bağlılıkla sahip çıktılar. Artık sömürge ve yarı
sömürgelerde, emperyalizme, feodalizme ve her cinsten yerli
gericiliğe karşı verilen bütün ulusal kurtuluş ve
demokratik halk devrimleri, dünya proleter sosyalist
devriminin birer parçası olmuştur. Ekim Devrimi’yle
birlikte, insanlık tarihinde ezilen ve sömürülenler
yararına köklü değişimlere gebe yeni bir çağ başlamıştır.
Eski kapitalist dünya, en zayıf olduğu noktada ölümcül bir
yara almıştır ve sosyalist proletarya burjuvazinin siyasi
iktidarını her türden karşıdevrimci müdahaleye karşın zor
yoluyla ele geçirmiştir. “İktidarın bir sınıftan ötekine
geçişi kelimenin salt biçimsel anlamıyla olduğu kadar,
politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca
ve en esas belirtisidir.”(1)
Stalin, Ekim Devrimi’ni daha önceki devrimlerden ayırdeden özellikleri anlatırken şöyle der:
“Eskiden devrimler genellikle devlet yönetimine bir
sömürücüler kümesinin getirilmesiyle sonuçlanırdı.
Kölelerin kurtuluş hareketleri sırasında da böyle oldu.
İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da bilinen ‘büyük’ devrimler
döneminde böyle oldu. Ama proletaryanın, tarihi,
kapitalizme karşı yürütmek amacını taşıyan, ilk kez zafere
erişen, kahraman, ama buna karşın sonuçsuz kalan ilk girişimi
olan Paris Komünü’nden söz etmiyorum.
“Ekim Devrimi, bu devrimlerden ilkesinde
ayrılmaktadır. O, kendine amaç olarak, bir sömürü biçiminin
yerine bir başka sömürü biçimini, bir sömürücüler grubunun
yerine başka sömürücüler grubunu getirmeyi değil,
insanın insan tarafından her türlü sömürülmesini ortadan
kaldırmayı, kim olursa olsun bütün sömürücü grupları
ortadan kaldırmayı, bu güne dek varolan bütün ezilen
sınıflar arasında en devrimci sınıfın iktidarını kurmayı,
yeni bir toplum, sınıfsız sosyalist toplumu örgütlemeyi
almaktadır.
“İşte bu yüzden Ekim Devrimi’nin zaferi insanlık
tarihinde köklü bir dönemeci; dünya kapitalizminin
tarihsel kaderinde köklü bir dönemeci; dünya
proletaryasının kurtuluş hareketinde köklü bir dönemeci;
bütün dünyanın sömürülen yığınlarının mücadele
yöntemlerinde ve örgütlenme biçimlerinde, yaşama tarzı ve
geleneklerinde, kültür ve ideolojilerinde köklü bir
dönemeci kaydetmektedir.”(2)
Ekim Devrimi, büyük toprak sahiplerinin ve
kapitalistlerin mülklerine el koyarak burjuva
mülkiyetine köklü bir darbe indirdi ve bunun yerine
sosyalist mülkiyetin temellerini attı. Böylece,
sosyalizmin inşası için gerekli ekonomik ve siyasal
koşulları sağladı. Ekonomik temelin yeniden biçimlenmesi
üstyapı kurumlarını da değişikliğe uğrattı. O güne dek
egemenliğini sürdürmüş bulunan feodal ve burjuva ideoloji
ve kültür anlayışları, devrimci mücadele süreci içinde
yaratılmış devrimci birikimler temelinde parçalandı.
“Kitlelerin ideolojik ve kültürel gelişimi, sosyalizmin
maddi temelinin kurulmasıyla el ele yürüyordu. Eski,
gerici burjuva ideoloji ve kültürü, burjuva toplumunun
değerli kültürel kazançları yok edilmeksizin, radikal bir
biçimde parçalandı. Proletaryaya yararlı olduğunca, eski
kültürde ilerici olan ne varsa değerlendirildi. Sosyalist
topluma uyan daha yüksek bir kültür doğdu. Emeğin yaratıcı
niteliği, proleter kültürün yaratıcı gelişmesinde
yansıdı. Proleter kültür, işçi sınıfının maddi, pratik ve
manevi çalışmasıyla sıkı bir bağ içindeydi.”(3)
Büyük Ekim Devrimi dünyadaki ilk proleter devrimdir ve
daha önce gerçekleştirilmiş bulunan burjuva
devrimlerinden başlıca şu noktalarda farklılık gösterir:
“1. Burjuva devrim, feodal toplumun bağrında büyümüş ve
olgunlaşmış kapitalist düzen biçimleri, devrim açıkça
patlak vermeden önce, az çok hazır olduğu zaman başlar;
proleter devrim ise, sosyalist düzenin hazır biçimleri, ya
hiç yokken ya da hemen hemen yokken başlar.
“2. Burjuva devrimin ana görevi iktidarı almak ve onu
var olan burjuva ekonomisiyle birleştirmekten ibarettir;
proleter devrimin ana görevi ise, iktidarı aldıktan sonra,
yeni bir sosyalist ekonomi kurmaktan ibarettir.
“3. Burjuva devrim, iktidarın ele geçirilmesiyle sona
erer, proleter devrim ise iktidarın ele geçirilmesi, bu
iktidar eski ekonomiyi yeni bir kalıba sokmak ve yenisini
örgütlendirmek için bir kaldıraç olarak kullanacağına göre,
ancak bir başlangıçtır.
“4. Burjuva devrim, elinde iktidarı tutan bir sömürücü
grubun yerine bir başka sömürücü grubu koymakla yetinir;
bu bakımdan eski devlet makinasını parçalamaya gereksinme
duymaz; proeleter devrim ise, iktidardan, kim olursa olsun,
bütün sömürücü sınıfları uzaklaştırır ve iktidara,
emekçilerin ve sömürülenlerin önderi olan proleter sınıfı
getirir; bundan dolayı, eski devlet makinasını
parçalamaktan ve onun yerine yenisini koymaktan
vazgeçemez.
“5. Burjuva devrim, emekçilerin ve sömürülenlerin
milyonluk kitlelerini bir dereceye kadar uzun bir dönem için
burjuvazinin çevresinde birleştiremez; ve bu, onlar
özellikle emekçiler ve sömürülenler olduğu için bu böyledir;
proleter devrim ise, proletarya iktidarını güçlendirmek ve
yeni bir sosyalist ekonomi kurmak olan temel görevini
yerine getirmek istiyorsa, özellikle emekçiler ve
sömürülenler oldukları için, onları sürekli bir ittifak ile
proletaryaya bağlayabilir ve bağlamalıdır.”(4)
Ekim Devrimi, Lenin’in önderliğinde Bolşevik
Partisi’nin, Marksizmin evrensel tezlerini Rusya’nın somut
devrimci durumuna doğru biçimde uygulamasının sonucu
doğdu. Bu tezlerin en önemlilerinden ve devrimin tayin edici
özelliklerinden biri, emperyalizme, toplumsal hayatın her
alanında her türden gericiliğe karşı mücadele, çağımızın
en devrimci sınıfı olan proletaryanın, ideolojik, politik ve
örgütsel önderliğinin hayata geçirilmesi ve proletarya
ile yoksul köylülüğün ittifakı temelinde emekçi bütün sınıf
ve tabakaların bir cephe içinde toplanmasıdır.
Proletaryanın ideolojik, politik, ve örgütsel önderliği,
Marksist-Leninist teoriyle silahlanmış partisinde ifadesini
bulur. Başta Lenin olmak üzere, Rusya’nın gerçek Marksistleri;
proletaryanın devrimdeki hegemonyası ve proletaryanın
devrimci partisi için yoğun bir mücadele yürüttüler.
Ülkemizde bu evrensel gerçeği reddeden, proletaryanın
sadece ideolojik öncülüğünün sözünü eden ve modern
revizyonist tezlere sahip çıkarak “öncü savaş” görüşünü
savunan küçük burjuva siyasal akımların varlığı,
proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü için
mücadele eden Marksist-Leninistler önünde, modern
revizyonizme, yeni oportünizme ve her türden dar
görüşlülüğe, grupçuluğa, amatörlüğe ve sağ hastalıklara
karşı mücadelenin yanında, ciddi bir sorun olarak
durmaktadır. Özellikle toplumsal dayanaklarını öğrenci
gençlik kesimlerinde ve küçük burjuva çevrelerde bulan bu
siyasi ve toplumsal anlayışın Marksizm-Leninizmle,
Marksizm-Leninizm’den kabaca etkilenmesinin ve
esinlenmesinin ve bazı tezlerine yüzeysel sarılmasının
dışında hiçbir ilgisi yoktur. Proletaryanın devrimci
mücadele ve devrimde hegemonyası karşısındaki tutum,
Marksist-Leninistlerle her türden oportünistler ve küçük
burjuva devrimcileri arasındaki ayrımın en önemli
ölçütlerinden biridir. Örneğin TKP de, TİKP de proletaryanın
“hegemonyası” sözünü ederler. Onlar bunu revizyonist ve
oportünist yüzlerini gizleyebilmek için bir maske olarak
kullanırlar.
Proletaryanın devrimdeki önder rolünün gerçek
boyutunu göremeyen küçük burjuva “sol” çizgiler, teoride
ne söylerlerse söylesinler; pratikte bir avuç aydının
öncülüğünü hayata geçirmeye çalışanlar, bireysel terörü
tek ve kendi başına yeterli temel bir biçim olarak
savunanlar, Çarlık Rusyası’ndaki Narodnikler,
proletaryayı, devrimde öncü bir sınıf olarak görmüyorlar,
esas devrimci gücün aydınların öncülüğündeki köylüler
olduğunu söylüyorlardı. Bugün ülkemizde de köylülüğü
temel güç alarak proletaryanın önder rolünü bir avuç aydına
yüklemeye çalışanlar, özünde, ülkemizdeki toplumsal,
ekonomik ve siyasi gelişmeleri ve çağımızın niteliğini
doğru kavrayamamaktadırlar. “Narodniklerin insanlık
tarihinin bütününe ilişkin görüşleri yanlış ve zararlıydı.
Toplumun iktisadi ve siyasi gelişiminin kanunlarını ne
biliyor, ne de anlıyorlardı. Bu konularda bir hayli
geriydiler. Onlara göre tarih, sınıflar ve sınıf
mücadeleleri tarafından değil, fakat kitlelerin,
‘sürü’nün, halkın, sınıfların körü körüne izlediği
olağanüstü bireyler —’kahramanlar’— tarafından
yaratılmıştı.”(5)
Bu idealist anlayışın benzer biçimleri ve doğurduğu
acılara, devrimci birikimlerin çarçur edilişine, 1971’lerde
en açık biçimiyle THKO ve THKP-C hareketleriyle tanığız ve
1971’in deneylerinden doğru dersler çıkartamayan ve
yenilgiyi taktik nedenlere bağlayanların sürdürdükleri
“sol” eylemlerde hâlâ tanık olmaktayız. Yine büyük bir
tarihi benzerlik, Çarlık Rusyası’nda olduğu gibi, bu
anlayışın doğruya en yakın ve inandırıcı eleştirileri, bu
hareketlerin bizzat içinden gelen ve mücadele sürecinde
Marksizmi inceleyen ve kavramaya çalışan arkadaşlar
tarafından yapıldı. (Tabii ki maceracılık kendisinin tam
karşıtı olan dönekliği de körüklemiştir…)
Narodnikere karşı kesin ideolojik darbeyi Lenin
vurdu; fakat ilk Marksist muhalefeti, eski bir Narodnik olan
Plehanov ve onun “Emeğin Kurtuluşu” grubu yürttü. Plehanov,
Çarlık hükümetinin baskıları sonucu Rusya’dan kaçıp
Cenevre’ye sığınmıştı. Dışarıda Marksizmi inceledikten
sonra, Narodnizm’den kopmuş ve “Marksizmin önde gelen bir
propagandacısı olmuştur.”
Ekim Devrimi sürecinde açıkça burjuvazinin
saflarında yer alan, Lenin tarafından dönek olarak
nitelenen Plehanov, 1883’lerde Marksizmin öğretilerini
savunarak, bu öğretilerin Rusya’da tam olarak
uygulanabileceğini ve köylülerin sayıca üstünlüğüne ve
proletaryanın nisbi zayıflığına rağmen, devrimcilerin
başlıca umutlarını proletarya ve onun gelişmesine
bağlamaları gerektiğini gösteriyordu.
Niçin özellikle proletarya?
Çünkü proletarya, hâlâ sayıca az olmasına rağmen,
ekonominin en ileri biçimine, büyük çapta üretime bağlı bir
emekçi sınıftı ve dolayısıyla önünde büyük bir gelecek
duruyordu.
“Çünkü bir sınıf olarak proletarya her geçen gün
büyüyordu, siyasal bakımdan gelişiyordu, büyük çapta
üretimde hakim olan çalışma şartlarından dolayı kolayca
örgütlenebiliyordu ve proleter durumundan dolayı en
devrimci sınıftı, çünkü devrimde zincirlerinden başka
kaybedecek bir şeyi yoktu.”(6)
Bütün dünya devrimleri, ancak işçi sınıfının emeğin
nihai kurtuluşu mücadelesine önderlik edebileceğini,
siyasi ve toplumsal devrimi zafere ulaştırabileceğini, bu
zaferde önderliği devrimci partisi aracılığıyla
gerçekleştirebileceğini bize öğretir. Yalnız dikkat
edilmesi gereken önemli bir nokta şudur: Tek başına “…Öncüyle
hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar,
öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya
da öncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu
benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin
olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek
sadece ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa bütün
sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların,
gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece
propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu
yığınların kendi öz siyasi deneyimleri gereklidir.”(7)
Bu Leninist ilkenin ışığında Bolşevik Partisi, bütün
mücadele boyunca yaptığı gibi, Şubat Burjuva Demokratik
Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki süreçte işçi sınıfının ve
milyonlarca köylünün desteğini kazanmak, askerlerin
desteğini kazanmak ve birer burjuva partisi haline gelmiş
olan ve kapitalist sistemi koruyan Sosyalist-Devrimcilerin,
Menşeviklerin ve Anarşistlerin kitleler üzerindeki
siyasal etkilerini kırmak için sıcak savaşın sürdüğü
cephelerde ve cephe gerilerinde çok yoğun siyasi kitle
çalışmaları yürütü ve çeşitli mücadele biçimleriyle
kitlelere önderlik ederek, onları Bolşeviklerin
siyasetlerinin doğruluğuna inandırdı.
Bir partiye önderlik niteliğini veren şey nedir? Önder olabilmek neyi gerektirir?
“Kapitalizme karşı zafer kazanmak, öncü
(komünist) parti, devrimci sınıf (proletarya) ve kitleler,
yani emekçilerin ve sömürülenlerin tümünün arasında doğru
ilişkilerin bulunmasını gerektirir. Sadece Komünist
Parti, eğer devrimci sınıfın gerçekten öncüsü ise, eğer bu
sınıfın seçkin temsilcilerinin tümünü içine alıyorsa, eğer
sebatlı devrimci mücadelenin tecrübesi ile eğitilmiş ve
çelikleşmiş, tamamiyle bilinçli ve sadık komünistlerden
meydana geliyorsa ve eğer kendisini sınıfın bütün
hayatıyla ve bu yolda sömürülen kitlenin tümüyle ayrılmaz
bir şekilde bağlamayı ve bu sınıfın ve kitlenin güvenini
tamamen kazanmayı başarmışsa, ancak böyle bir parti
kapitalizmin bütün güçlerine karşı girişilecek nihai,
amansız ve tayin edici mücadelede proletaryaya önderlik
etme yeteneğine sahiptir.”(8)
Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevikler, işçi sınıfı
hareketi içinde, devrime zararlı olabilecek bütün anlayış
ve siyasetlere karşı amansız bir mücadele yürüttüler. “Her
şeyden önce ve özellikle 1914’te belirgin bir biçimde sosyal
şovenizm biçimine bürünen ve kesin olarak proletaryaya
karşı burjuvazinin saflarına geçen oportünizme karşı
savaşarak.”(9) çelikleşen Bolşevizm, oportünizmi, işçi
sınıfı hareketi içinde ve uluslararası planda baş düşman
olarak görüyordu. Öte yanda “Marksizmi yadsıyarak herhangi
bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu
güçler arasındaki ilişkiyi kesin bir nesnellikle hesaba
katmanın gereğini anlamamakta” direnen “bireysel
terörizmi, suikastları doğru bir eylem olarak tanımayı
kendi devrimci ruhunun, ya da ‘solculuğunun’ özel bir
belirtisi”(10) sayan küçük burjuva devrimcilerine karşı
amansız bir mücadele sürdürülüyordu. Marksizm-Leninizm,
kendi zıtlarına ve sapmalarına karşı mücadele içinde
gelişir ve kitleleri kucaklayarak onları devrim hedefleri
doğrultusunda eğitir ve önünde durulmaz bir sel haline
getirir. Tarih, Demokratik Halk Devrimi süreci içinde
bulunan ve bütün Marksist-Leninist grupları ve kişileri bir
parti çatısı altında toplama göreviyle yükümlü ülkemiz
proleter devrimcilerinin önüne de, farklı koşullarda benzer
görevleri koyarken, dünya devrimci hareketinin paha
biçilmez derslerini de birlikte sunmaktadır.
Bugün ülkemizde, sınıf mücadelesi, Marksist-Leninist
merkezi bir önderlikten, yani başta işçi sınıfı olmak üzere,
yoksul köylülüğü, şehir küçük burjuvazisini kucaklayan
ve onların mücadelesini örgütleyebilen bir proletarya
partisinden yoksundur. Hiçbir “parti” ve grup, kitlelere
önderlik edecek teorik ve siyasi olgunluğa sahip olmadığı
halde, kitlelerin ihtiyaçlarına cevap veremedikleri
halde, kendilerini “önder” ilan etmekte ve bu konuda
eleştiri dahi kabul etmemektedirler.
Üstelik, rekabetçi tutumları temelinde gruplar arası
düşmanlık duygularını körükleyen bazı gruplar, bu
tutumlarının sonucu olarak halk içindeki çelişmelerle,
düşmanlarla halk arasındaki çelişmeleri de birbirine
karıştırmaktadırlar. Ve bu yanlış anlayış kimi zaman
silahlı çatışmalar biçimine dönüşmekte, bu da devrim
düşmanlarının işine yaramaktadır.
Somut durumların zorunlu kılmasıyla, yer yer kısmi ve
mahalli önderlikleri de içeren kendiliğinden halk
hareketleri, faşizme ve burjuva gericiliğinin çeşitli
biçimlerine karşı, silahlı ya da silahsız türleriyle
sürmekte ve gelişmektedir. Mücadele, bir yanıyla çıplak
burjuvaziye (yani kendisi şu ya da bu biçimde Marksizmle
örtünmemiş, açıkca anti komünist burjuvaziye, gerici,
reformist, faşist burjuvaziye) karşı, ekonomik, siyasi,
kültürel ve askeri alanlarda verilirken; bir yanda da,
kendisini değişik oranlarda “Marksizm”le boyamış (ve
sahtekâr tabiatından dolayı daha tehlikeli olan)
burjuvaziye karşı verilmektedir. (Bu noktada burjuvazinin
değişik kesimlerine karşı mücadelenin de değişik
biçimler taşıyacağı gözden kaçırılmamalıdır.) Birinci tip
mücadelenin odağını anti faşist mücadele oluştururken,
ikinci tip mücadelenin odağını anti revizyonist mücadele
oluşturmaktadır. Birinci tip mücadelenin odağında, silahlı
örgütlenmesini artan bir şiddetle olgunlaştıran, AP
destekli MHP vardır. İkinci tip mücadelenin karşıdevrimci
odağında ise, T“K”P ve TİKP vardır. Birinci tip mücadelenin
karşıdevrimci odağının arkasında ABD emperyalizmi
durmaktadır. İkinci tip mücadelenin karşıdevrimci odağının
arkasında TKP açısından Sovyet sosyal emperyalizmi,
TİKP açısından ise hegemonyacılığın yeni bir heveslisi;
başta ABD olmak üzere emperyalizmin yeni işbirlikçisi Çin
durmaktadır. İşte ülemizde sağcılığın uluslararası
kaynakları bunlardır. Görünüşte ne denli “sol” olursa olsun,
uluslararası temellerinde emperyalizm ve
hegemonyacılığın yattığı bütün hareketler özünde
sağcıdırlar, devrim düşmanıdırlar.
Sağcılığın bir biçimi de, uluslararası proleter
sosyalist hareketin tezlerine sahip çıkan, ideolojik ve
teorik alanlarda revizyonizme, oportünizme ve reformizme
karşı mücadele veren Marksist-Leninist eğilimli
hareketlerin yapılarında, anti faşist mücadelede
hantallık biçiminde kendini göstermektedir. Faşist
çetelerin gelişigüzel adam öldürdükleri, kaçırıp işkence
yaptıkları, evleri bastıkları, intikam çığlıkları atarak
onlarca insanı kurşuna dizdikleri bir dönemi yaşıyoruz.
Koşullar halkın düzene karşı mücadelesi yanı sıra, “açık
faşist diktatörlük” özlemi içindeki mihraklara karşı aktif
mücadeleye hayati derecede önem kazandırmıştır. Görünen
kadarıyla, sözünü ettiğimiz bu arkadaşlar, sadece
propaganda, ajitasyon ve faşistleri teşhir etmenin yeterli
olduğunu sanmaktadır. “…Hareket geliştikçe, yığınların
sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasi bunalımlar
kesinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve daha değişik
yöntemlerinin sürekli biçimde doğmasını sağlayan ilerleme
içindeki kitle mücadelesine karşı dikkatli bir tutum
takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, Marksizm, kesin
olarak herhangi bir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm
mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu
döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele
biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz.”(11)
Silahlı eylem de siyasi mücadelenin bir biçimidir ve
düşmana karşı en etkili yöntemdir.
Her düşüncenin ve eylemin olduğu gibi, terörün de bir
sınıf karakteri vardır. Biz, kitlelerin devrimci atılımını
geliştiren, şu an güçsüz de olsa zamanla gelişebilecek ve
geniş şehirli ve köylü emekçi kitlelerin güvenip
başvurabileceği ve sahip çıkacağı zorunlu ve doğal
şiddetin yanındayız ve gerekliliğine inanıyoruz.
Özellikle devrimci kitle çalışmalarının, örgütlenmenin ve
kitle hareketlerinin önüne dikilen faşist ve gerici
engellerin silahlı hareketlerle aşılması gereken
noktalara vardığı an, bu konuda gösterilecek en küçük
tereddüt, gericilere hizmet edecektir. Yalnız böyle
zamanlarda, “1. Yığınların duyguları hesaba katılmalıdır;
2. O yöredeki işçi sınıfı hareketinin koşulları hesaba
katılmalıdır; ve 3. Proletaryanın kuvvetlerinin ziyan
olmaması konusunda dikkat gösterilmelidir.”(12)
Devrimci içerikli bu şiddet, ilerde halk
hareketlerinin önderlerini bizzat halkın kendi mücadelesi
içinden çıkartacak okuldur. Halkı, emekçi kitleleri ve
devrimcileri, hiçbir siyasi görüş ayrılığı gözetmeksizin
gelişigüzel hedef alan sivil faşist terör ve gerici burjuva
terörü, devletin resmi güçlerinin izleyiciliği ve
tanıklığı önünde sürerse ve halkın can güvenliği
sağlanamazsa, devrimcilerin, emekçi kitlelerin ve geniş
halk yağınlarının başlangıçta zorunlu savunma gereksinimi
giderek de muhtemel saldırı odaklarını baskı altında
tutmak istemesinden doğal bir şey olamaz. Çünkü emekçi
kitleler, ezen ve sömüren sınıfların diktatörlüğünden
kendilerini korumasını bekleyemezler. Onların
yasalarına kendilerini teslim edemezler. Bu nedenle halkın
savunmasını, bizzat kendi güçleriyle yapmak ve örgütlemek
zorunluluğu vardır. Bu görev, bizzat devrimcilere
düşmektedir.
Siyasal bunalımın silahlı mücadele boyutlarına
ulaştığı günümüzde, hayat pahalılığı, açlık, işsizlik,
güvensizlik de alabildiğine yoğunlaşmaktadır. Bu
koşularda, Türkiye’nin Marksist-Leninistleri, Türkiye için
özel ve yeni olanı bulmak zorundadırlar. Bunun için de,
bilinçlerini koşullandıran dogmalardan kaba
etkilenmelerden, ezbercilikten ve bağnazlıktan
kendilerini kurtarmak ve ülkemizin somut gerçeğinin özünü
kavrayarak, devrimin kapısını aralayacak “püf” noktasını
bulmak görevi ve sorumluluğunu yerine getirmelidirler.
Devrimin objektif koşullarının varolduğu ülkemizde
devrimin yolunu bulamamamızın temel nedenlerinden biri
“korkaklığımız”dır. Bu korkaklık devrimin yolunu bir reçete
berraklığıyla devrim ustalarının yapıtlarında
aramamızdan kaynaklanmaktadır. İyi bilmemiz gereken Marx ve
Engels de içinde olmak üzere, bütün ustaların yapıtlarında,
kendi ülkelerini devrime götüren tahlil ve teorilerde, eğer
o yaratıcı ve bütünlüklü bir tarzda kavranırsa, devrimin;
eğer o bir dogma olarak ve bütünselliğinden parçalanmış bir
tarzda ele alınırsa revizyonizm, opürtünizm ve karşı devrimin
silahları vardır. Sovyetler Birliği’nin revizyonist
yönetici ve ideologları karşı devrimci teorilerine
dayanak olarak; Çin revizyonizminin teorisyenleri sınıf
uzlaşmacısı, emperyalist yardakçısı tezlerine dayanak
olarak, ustaların yapıtlarından bölümler göstermiyorlar
mı? Ayrıca belli tarihi dönemler için doğru olan, değişik
tarihi koşullarda yanlış olabilir.
Marksizmin özü, yaşayan hayatın diyalektiğidir.
Bugün, devrim ve revizyonist karşı devrim, ideolojik ve teorik
dayanaklarını aynı kaynaklarda aramaktadır. Çünkü
Marksizm-Leninizm, bütün ezilen dünya halklarının gözünde
büyük bir güven kaynağıdır. Bu nedenle Marksizm-Leninizmin
saflığını koruması ve geliştirilmesinde, tayin edici
mücadele; dünya devriminin yolunu aydınlatacak olan
ideolojilerin korunmasındaki esas mücadele, öncelikle
başını Sovyet revizyonistlerinin çektiği modern
revizyonizmle, başını Çin’in çektiğj yeni oportünizmle,
dünyanın çeşitli ülkelerindeki Marksist-Leninistler
arasındaki mücadele haline gelmiştir. Ve özellikle de bu
nedenle, Çin’in başını çektiği oportünizm daha tehlikeli ve
birinci plana alınması gereken bir engeldir. Bu engel doğru
bir mücadele ile aşılmadan, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı
doğru bir mücadele verilemez; başını ABD’nin çektiği
emperyalizme karşı doğru bir mücadele verilemez. Yeni
oportünizm, sosyal emperyalizme ve emperyalizme karşı
verilen mücadeleyi, dünya çapında, dünya komünist
hareketinin birliğine büyük bir darbe indirerek
çelmelemiş, su katmıştır.
Çin’li oportünistler, “bir emperyaliste karşı
mücadelede diğerleriyle bütünleşme” anlamı taşıyan
siysetlerinin bir sonucu olarak, başını ABD’nin çektiği
emperyalizmle uzlaşmış, sömürge ve yarı sömürge
ülkelerdeki halk hareketlerine büyük zararlar vermiştir.
Ekim Devrimi’nin şanlı mirasına sahip çıkan proleter
devrimcilerin günümüzdeki en önemli görevleri arasında
şunlar bulunmaktadır:
1. Dünya gericiliğinin en köklü ve en deneyli
emperyalistlerine, başta ABD olmak üzere, Avrupalı ve
Asyalı emperyalistlere karşı savaşmak.
2. 1950 sonlarında, Lenin’in ve Stalin’in proleter
Rusyası’nı, adım adım değiştirerek sosyal emperyalist bir
ülke haline getiren modern revizyonizme ve onun
hegemonyacı ve sosyal emperyalist emellerine karşı
savaşmak.
3. Marksizm-Leninizmin en temel tezlerini, çağın
değiştiği gerekçesiyle reddeden yeni oportünizmin
temsilcisi Çin yöneticilerine ve onun uluslararası
uzantılarına karşı savaşmak.
4. ABD ve Rus sosyal emperyalistlerinin ve diğer emperyalistlerin yerli işbirlikçilerine karşı savaşmak.
5. Proletarya hareketinin içinde varlığını sürdüren
çeşitli revizyonist, oportünist ve reformist etkilere karşı
savaşmak. Bütün mücadeleleri belirleyecek olan budur.
Yani devrimci hareket kendi iç sorunlarını çözemeden
düşmanlarla arasındaki sorunları çözecek mücadeleyi
başarıya ulaştırmaz. Gerek “devrimciler birbirlerini
yiyorlar” diye sevinen devrim düşmanları ve gerekse onlara
bu “sevinç” zeminini hazırlayanlar bilmelidir ki, er ya da
geç ama sonucunda mutlaka, yenilen proleter saflara sızmış
olan devrim düşmanı etkiler ve onların temsilcileri
olacaktır. Marksizm-Leninizmin arılığını ve devrimci
ilkelerini korumak göreviyle yükümlü bulunan ülkemiz
devrimcileri de, Ekim Devrimi’nin 61. yıl dönümünde bu
görevlerin bilincindedirler.
Tarihi dersler bize “üç dünya” oportünizmini ve
onların siyasi temsilcilerini ulusal ve uluslararası
planda işçi sınıfı hareketi içinde, modern
revizyonistlerin hemen yanında, en tehlikeli
düşmanlarından biri olarak ele almayı emrediyor. Onlar, “iki
süper devletin, özellikle Sovyetler Birliği’nin kışkırttığı
gerici bir iç savaşı önlemek ve ülkemizin bağımsızlığını
savunmak için CHP’yi, AP’yi, MSP’yi ve bütün devrimci ve
demokratik örgütleri güç birliği yapmaya çağırıyoruz.”(13)
diyecek kadar “cesaret” sahibidirler. “Bir Marksist kendini
sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil.
Belirli keskin siyasal ve iktisadi bunalım dönemlerinde,
sınıf mücadelesi doğrudan bir iç savaş, yani toplumun iki
kesiti arasında silahlı mücadeleye doğru gelişme
gösterir. Böyle dönemde Marksistler, iç savaştan yana
yerlerini almak zorundadırlar. İç savaşın herhangi bir
moral suçlaması, Marksist açıdan kesenkes benimsenemez.”(14)
Onların anlayışına göre gelişen sınıf mücadelesi,
sadece sosyalemperyalistler ve işbirlikçilerinin
isteğine göre biçimlenmektedir. Oysa sınıf mücadelesi, şu
ya da bu partinin, şu ya da bu sınıfın isteğine göre değil,
toplumun objektif sosyal ve ekonomik yasalarına göre
biçimlenir. “Üç dünyacı” Aydınlık oportünizmine göre,
faşist bir parti, ABD emperyalizminin yeminli savunucusu
olan bir parti, yani MHP’nin hamisi AP, ülkemizin
bağımsızlığının “korunması”nda rol oynayacaktır. Çünkü
onlar için ülkemiz “bağımsız” bir ülkedir. Ve bu nedenle,
bağımsızlığımızı kazanmak yerine, ülkemizdeki her tipten
emperyalistleri ve onların uşaklarını yerle bir etmek
yerine, “ülkemizin bağımsızlığını savunmak” gereklidir.
Bu, ülkemizdeki gerici burjuva diktatörlüğünün devamı,
yarı sömürge yapının devamı, emekçi kitlelerin
sömürülmesinin devamı, kitle katliamlarının devamı için,
halk düşmanı gericilerle işbirliğinden başka hiçbir anlama
gelmez. Ülkemizin ve halkımızın bugünkü noktaya
gelmesinin baş sorumlularından biri işbirlikçi tekelci
burjuvazi ve toprak ağalarının partisi AP değil
midir? AP’dir… fakat dünya halklarının baş düşmanlarını, iki
süper devleti tek süper devlete indirgersen, onların
işbirlikçileriyle bir diğer süper devlete karşı ittifak
çağrıları yapmaktan doğal ne olabilir? Bugün her türden
emperyalizme karşı teslimiyetçi bir siyaset izleyen;
faşist kutupların üstüne yürürken denge politikası
izlemek için bütün sola ağır darbeler indirme hazırlığında
olan CHP, ülkemizin bağımsızlığının önündeki engellerden
biri olarak kendini her geçen gün biraz daha
belirginleştirirken, onlara çağrı yapmak, ÇKP’nin ABD, Japon
ve Alman emperyalistleriyle işbirliğini yoğunlaştırdığı,
dünya barışını bunlarla birlikte “korumaya” hazırlandığı
bir döneme rastlarsa buna şaşmamak gerekir.
Doğası gereği muhalefetteki CHP ile iktidardaki CHP
arasında büyük farklar vardır. Muhalefetteki CHP (değişik
zamanlarda defalarca belirttiğimiz nedenlerden ötürü)
ilerici, demokrat görünümlü idi. İktidardaki CHP
gericidir, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak
ağalarının temsilcisi olma yolunda büyük adımlar atmıştır
ve “umut”un anlamını halka göre değil, burjuvaziye göre
şekillendirmektedir. Bu “siyasi rejim” anlayışları ne
olursa olsun, sınıfsal temelini burjuvazide bulan partiler
için kaçınılmaz bir sonuçtur.
Bugün TİKP-Aydınlık oportünizmi de bu anlamdan olarak
kendisini burjuvaziye kabul ettirmek için çaba harcıyor.
Soruyoruz:
Ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları ezen ve sömürenlerle aynı cepheye çağırmak ne anlama gelir?
Bu, “sınıf uzlaşmacılığı” siyaseti, son çözümlemede
sınıf mücadelesini burjuvazinin safında ve onun yararına
sürdürmeyi getirmiyor mu? Bu, sosyal-emperyalistlere karşı
mücadele adı altında, başta ABD olmak üzere, diğer
emperyalistlerle aynı saflarda yer almak ve halkların devrim
davasına ihanet anlamına gelmez mi? Bu, ezilen Kürt ulusunu,
ulusal ve demokratik haklarını aramaktan vazgeçmeye, ezen
ulusun burjuvazisinin bayrağı altında toplanmaya çağırmak
değil midir? Çin’li revizyonistler, Kürt ulusunun
mücadelesine “engel olun” diye talimat verirken kime hizmet
ediyor ve kendi uzantılarını kimlerin yanına
yerleştiriyor?
Bir zamanlar HK ve HY gazetelerini “Faşist
Diktatörlük” tanımını kulanmadıkları için en ağır dille
yaylım ateşine tutan, onları kendi görüşleri karşısında
kolayca boyun eğdiren; bugün ise günlük gazetelerinde
“Faşist dikta heveslilerinin yeni tertibi”(15) diyen
Aydınlık oportünizmi, bir zamanlar etkilediği kesimlere
baskıyla kabul ettirdiği “faşist diktatörlük” tanımından
bugün kendisi vazgeçmiştir ve devletin faşistleştirilmesi
süreci içinde kurumlaştırılan 1971 temelli kontrgerilla
için, “devlet içindeki kanunsuz kontrgerilla” demekle
yetinmekte ve fakat öte yandan çeşitli devlet kurumları
içindeki faşist güçleri ve bizzat faşistleşmenin odağı olan
burjuva diktatörlüğünü “meşru” saymaktadır.
Ekim Devrimi bize uzlaştırıcı partilere karşı
mücadeleyi ve onların her alanda tecrit edilmesi
gerektiğini öğretiyor. Çünkü bu tip mihraklar yenilmeden,
kitlelerin önünde bunların maskeleri düşürülmeden devrimi
başarıya ulaştırmak mümkün değildir.
Bolşevikler, devrimin bütün aşamalarında oklarının
hedefini, işçi sınıfının hareketi içindeki düşmanlara,
halkın sahte dostlarına yöneltmişlerdir. Bu, genel bir
kuraldır ve Marksizm-Leninizmin evrensel doğrularından
biridir. Bolşevikler de devrimin harekete geçirilmesi
döneminde en tehlikeli gruplaşmalar olarak uzlaştırıcı
partilerin tecrit edilmesi yolunu izledi.
Leninizmin stratejik kurallarını oluşturan nedir?
Bu kural şunları kabul etmeye dayanır:
1. Pek yakında olacak olan devrimin harekete
geçirilmesi döneminde, devrim düşmanlarının en tehlikeli
toplumsal dayanağını uzlaştırıcı partiler oluşturur.
2. Bu partiler tecrit edilmeden, düşmanı (çarlığı ya da burjuvaziyi) devirmek olanaksızdır.
3. Dolayısıyla, devrimin hazırlanması döneminde
okların en önemli hedefi, bu partileri tecrit etmek, büyük
emekçi kitleleri bu partilerden koparmaktır.
Çarlığın karşı mücadele döneminde, burjuva
demokratik devriminin hazırlanması döneminde (1905-1916),
Çarlığın en tehlikeli toplumsal dayanağı liberal-monarşist
parti, Kadet partisi olmuştu. Neden? Çünkü bu parti
uzlaştırıcı bir partiydi. Partinin o zaman başlıca
darbelerini Kadetlere yöneltmesi doğaldı, çünkü
Kadetleri tecrit etmeden, köylülükle Çarlık arasında bir
kopmaya güvenilemezdi; ve bu kopmayı sağlamadan da
devrimin zaferine güvenilemezdi. Birçok kimse, o zaman
Bolşevik Parti’nin bu özelliğini anlamıyor ve Bolşevikler
için, Kadetlere karşı mücadelenin, baş düşmana, Çarlığa
karşı mücadeleden “önce geldiği”ni söyleyerek,
Bolşevikleri aşırı bir “Kadet düşmanlığı” ile suçlamalar,
baş düşmana karşı zaferi kolaylaştırmak, yakınlaştırmak
amacıyla uzlaştırıcı partinin tecrit edilmesini
gerektiren Bolşevik stratejinin apaçık olarak
anlaşılmaması gerçeğini açığa vuruyordu.”[16]
5 Haziran 1977 genel seçimlerinde, “Seçimlerde Neden
CHP Desteklenmelidir?” adlı broşürümüzde gerekçelerini
ortaya koyarak, CHP’nin desteklenmesi gerektiğini
savunduk. Bazı siyasi akımlar da, CHP’ye karşı, AP, MHP, MSP’ye
“kayıtsız” bir tutum içinde “mücadele” yürüttüler. Yerli
gericiliği bir bütün olarak ele aldılar ve yerli
gericiliğin kanatları arasındaki çelişki karşısında
“kayıtsız” kaldılar. Adını açıkça koymamakla birlikte
seçimleri boykot ettiler. Taktik farklılıklarına karşın,
temelde birleştiğimiz nokta aynıydı; uzlaşıcı ve
uzlaştırıcı bir parti olan CHP’nin kitlelerden tecriti. Biz,
Marksizm-Leninizmin temel yasalarından biri olan,
kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmeleri gerektiğinden
hareket ederek, bir CHP iktidarının, kitleleri daha çabuk
uyandıracağını, CHP’ye ve onun önderlerine olan bağlılığın
zayıflayacağını, aynı zamanda AP ve özellikle MHP
tarafından temsil edilen faşsit güçlerin iktidar
ihtimaline karşı, devletin olanaklarını halka karşı en
hayasızca kulanmalarına, faşist örgütleri
kuvvetlendirmelerine karşı, CHP’nin desteklenmesinin daha
doğru olacağını düşündük. Çünkü “biz, anarşist değiliz ve
belli bir ülkede nasıl bir siyasi rejimin mevcut olduğu
meselesi karşısında, yani demokratik hak ve hürriyetler çok
büyük ölçüde kısıtlanmış da olsa, burjuva demokrasisi
şeklinde görülen bir burjuva diktatörlüğü mü, yoksa açık
faşist biçimiyle bir burjuva diktatörlüğü mü meselesi
karşısında kayıtsız kalamayız. Sovyet demokrasisinin
savunucuları olarak uzun yıllar inatçı mücadelelerle işçi
sınıfının elde ettiği demokratik kazançların her
katresini sonuna kadar savunacağız ve bunların
genişletilmesi için kararlılıkla mücadele edeceğiz.”[17]
Hayat bizim düşüncelerimizi bir iki biçimselliğin
dışında öz itibariyle doğruladı. Kısa bir zaman içinde bile
olsa, kitleler CHP’den umduklarını bulamadılar.
Milyonlarca insan düş kırıklığına uğradı. CHP’nin nasıl bir
düzen değişikliğinden yana olduğunu kendi acı
deneyleriyle gördüler. Hayat pahalılığı, artan işsizlik,
emperyalizme bağımlılığın yoğunlaştırılması, demokratik
hakların kısıtlanması, devrimciler ve yurtseverler
üzerinde yoğunlaştırılan baskılar, kısa zamanda geniş bir
halk kitlesinin gözünü açtı. Öte yanda, bir CHP hükümetine
bile hayat hakkı tanımak istemeyen açık faşist diktatörlük
yanlısı güçler, kitle katliamları, sabotajlar, mezhep
çatışmalarını kışkırtmak gibi hile ve tertiplerden tutun
da, bölgesel ayaklanmalara varıncaya dek çeşitli yolları
denemekten geri durmadılar. Halk kitleleri, bizzat kendi
deneyleriyle gördüler ki reform vaadleri yapan bir CHP’ye
bile hayat hakkı tanımayan güçler, gerçek bir halk
iktidarının parlamenter yollarla kurulmasına,
kapitalisitlerin ve toprak ağalarının mallarına el
konulmasına kendi gönül rızalarıyla evet demeyeceklerdir.
Egemen sınıfların, kendi çıkarlarına zarar verecek en
küçük değişikliğe bile tahammülleri yoktur. Özellikle bu
dönemde barışçı yol hayalleri, seçimle iktidar hayalleri,
oldukça ağır darbeler yedi.
Yurdumuzda, CHP’nin kitlelerce kavranan
uzlaşıcılığının yanı sıra, daha tehlikeli olan bir parti
ortaya çıktı. Bu burjuva özünü “Marksizm”le boyamış olan
TİKP’tir. Çin revizyonizmi ve büyük devlet
hegemonyacılığının ülkemizdeki temsilcisi olan bu parti,
en az Rus sosyal emperyalizmi yardakçısı ve savunucuları
olan partiler kadar tehlikelidir ve kitlelere gerçek
yüzlerini açıklamak ve kitleleri bu akımın siyasi
ikiyüzlülüğüne karşı uyanık tutmak en temel
görevlerimizdendir.
Aydınlık oportünizmine ve onun “proleter devrimcilik”
boyası altındaki devrim düşmanı özüne en iyi cevabı Ekim
Devrimi’nin dersleri vermektedir.
“Ekim’in hazırlanması döneminde, mücadele halindeki
güçlerin ağırlık merkezi, yeni bir plan üstüne kaymıştı.
Artık Çar yoktu. Kadet partisi, uzlaştırıcı güç halinden
emperyalizmin yönetici bir gücü haline gelmişti.
Mücadele, artık Çarlık ile halk arasında değil, burjuvazi ile
proletarya arasındaydı. Bu dönemde, emperyalizmin en
tehlikeli toplumsal dayanağı, demokratik küçük burjuva
partilerden oluşuyordu. Neden? Çünkü bu partiler o zaman
uzlaştırıcı partilerdi, emperyalizm ile emekçi kitleler
arasında uzlaştırıcı partilerdi. Bolşeviklerin başlıca
darbelerini bu partilere yöneltmiş olması doğaldır, çünkü
bu partileri tecrit etmeden, emekçi kitlelerin
emperyalizmden kopmasına bel bağlanmazdı; oysa bu kopmayı
sağlamadan, Sovyet devriminin zaferine güvenilemezdi.
Birçok kişi o zaman Bolşeviklerin taktiğinin bu özelliğini
anlamıyorlardı; onları, Sosyalist-Devrimciler ve
Menşeviklere karşı ‘aşırı bir kin’ beslemekle ve baş hedefi
‘unutmakla’ suçluyorlardı. Ama Ekim’in hazırlanması
döneminin bütünü, Bolşeviklerin, Ekim Devrimi’nin zaferini
sağlayabilmesinin ancak bu taktik sayesinde olanaklı
olduğunu güzel bir biçimde göstermektedir.”(18)
Sonuç olarak özetlersek, Ekim Devrimi, sınıflararası
mücadelenin zorunlu sonucu olarak doğmuştur. Bu mücadele
içinde devrim, karşı devrime, toplumsal, siyasal, kültürel,
ve sanatsal her alanda yıkıcı darbeler indirdi. Ekim Devrimi
sınıf mücadelesinin hem tarihi bir sonucu, hem de sınıfsız
topluma ulaşma mücadelesinde proletarya diktatörlüğünün
ilk adımı idi. Leninizmin düşmanları, oklarını sürekli
olarak bu noktaya, proletarya diktatörlüğüne yönelttiler.
Leninizmin özü olan proletarya diktatörlüğünü yıkmaya
çalıştılar. SBKP içinde, taa kurulduğu günden beri süren iki
çizgi arasındaki mücadele, yani proleter yol ile burjuva
kapitalist yol arasındaki, burjuvaziyle proletarya
arasındaki mücadele, Stalin’in ölümünden kısa bir süre
sonra, burjuvazinin lehine değişti. Lenin’in, Stalin’in ve
milyonlarca komünistin emeğiyle inşa edilmiş proletarya
partisi, Kruşçev kliği tarafından gaspedildi. Proletarya
partisini, “bütün halkın partisi”, proletarya diktatörlüğü
devletini de “bütün halkın devleti” olarak değiştirdiler.
Bu değişim sinsice, adım adım gerçekleştirildi. Artık,
dünyanın ilk proleter sosyalist ülkesi Sovyetler Birliği
revizyonizmin ülkesi, giderek de sosyal emperyalizmin
ülkesi oldu.
Bugün aynı yolda Çin revizyonistleri yürüyor.
Sovyetler Birliği’ndeki geriye dönüşten tarihi dersler
çıkartmış olan dünya proletaryası bu kez gaflete düşmedi,
uyanık davrandı, onların karşı-devrimci yüzünü kısa zamanda
bütün çıplaklığıyla görmeye başladı.
Bugün, dünya karşı devrim cephesi güçlüdür ve çok
çeşitlilik göstermektedir. Devrimin güçleri ise, dağınık ve
bölük pörçüktür. Karşı devrim cephesi, Çin
revizyonistlerinin getirdiği taze kanla köhnemiş
gövdelerini ayakta tutmaya çalışıyor.
Ekim derslerine, Sovyetler Birliği’ndeki ve Çin’deki
geriye dönüşün tarihi ders ve deneylerine sahip dünya
devrimci proletaryası, Marksizm-Leninizm kaldıracıyla, her
türden emperyalistleri, emperyalizmin yardakçılarını,
onların şu ya da bu tipteki gerici uşaklarını alaşağı
edecektir. Tıpkı 1917 Ekim’inde Rusya’da olduğu gibi.
Yorumlar
Yorum Gönder