M. Gorki
Küçük - Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi
Yayınlandığı:
Maksim Gorki, Küçük-Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Ortam Yayınları, 3. baskı.
Çeviri Tarihi: Kurtuluş Cephesi.
MIA'dan Çeviri: 2014.
Çeviri Tarihi: Kurtuluş Cephesi.
MIA'dan Çeviri: 2014.
Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş
düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp
kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp,
kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun,
kilisenin, "hümanist" edebiyatın etkisi, "yasaların
ruhu", burjuva "gelenekleri" denilen bütün şeylerin etkisi
küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer.
Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük
burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir
zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük
burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen
şu kelimelerden ibarettir: "Tanrım, bize acı!"
Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve
toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa,
şu şekli alır: "Beni rahat bırakın, dilediğim
gibi yaşayayım."
Gazeteler hergün küçük burjuvaya; İngilizce,
dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi
insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en
iyi insanı olduğunu aşılar.
Oysa, "medeni" dünyanın bu en iyi
vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, hıristiyan
misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye
sormuş:
- Ne istersin? demiş.
Vahşinin verdiği karşılık
çok sadedir:
- Çok az çalışmak, çok az düşünmek,
ve daha çok yemek.
Öyle bir başka insan tipidir ki küçük
burjuva, ciddi bir şekilde öğrenilen düşünme tekniği,
onda düşüncenin gelişmesini durdurur. Olayların etkisiyle
kendisine yabancı bir takım düşünceleri benimsediği olur küçük
burjuvanın. Ama bu düşünceler onu hasta eder. Örneğin bir cilt
hastalığına tutulmuş gibi, sanki böbreklerinde taş
varmış gibi olur. O zaman din, karamsarlık, içki, sefahat,
rezalet çıkarma, vb. gibi hastalığı, sancılıları
dindiren ilaçlara sık sık başvurur.
Bütün bu söylediklerimizin boş ve havada
kalan bir takım sözler olmadığını göstermek için bir
örnek vereceğiz: Bundan on bir yıl kadar önce isyan eden Rus işçilerinin
ve köylülerinin kararlılığı sayesinde halkın kitle
halinde öldürülmesine, kazançlarını artırmak amacıyla,
Avrupalı efendiler tarafından dört yıldır sürdürülen bu
öldürme işine (Birinci Paylaşım Savaşına) son
verildi. Para babalarının ve siyasi maceracıların bu kanlı
ve canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de
ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. Peki ama, bu çekilen acılar
küçük burjuvaların "düşünce" yaşamına ne
getirdi?
Bu çekilen acılar küçük burjuvalara hiç
bir şey getirmedi, boşlukta dönüp duran düşüncelerinin o her
zamanki sürecinde hiç bir değişiklik yapmadı. Küçük burjuva
şuna inanmıştır: Din ahlakın temelidir, din olmadıkça
devlet de olamaz. Oysa burjuva devletinin ahlaksız olduğu, hırsızlığa,
yağmaya, emekçi halkın sömürülmesine dayandığı gün
gibi apaçıktır. Savaş sırasında birbirlerini iğrenç
bir şekilde öldürme ve boğazlama işinden, "Hiç bir zaman
öldürmeyeceksin" ve "Kendi cinsinden olanı, kendi sevdiğin
gibi seveceksin" diye buyuran Tanrı imdada çağırmayı
gayet doğal bulmuşlardır.
Savaştan sonra, küçük burjuvaların
"hümanizma"sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği
yabancı bir "insanseverlik" olarak kaldı. Bu hümanizm insan
kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise
de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı
tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin,
kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını
nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük
burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.
Kapitalist Avrupa devletleri süratle yeni bir
savaşa hazırlanmaktadırlar. Askeri uzmanlar yeni savaşın
kimyasal bir savaş olacağını ve yıkımları,
insanlara saldığı dehşet ve korku, 1914-1918 savaşından
önceki savaşları gölgede bırakacağını ifade
etmektedirler. Askeri meselelerde uzman olan bir yazar, yanılmıyorsam
general Douhet, Mattina (Sabah) adlı İtalyan gazetesinin 15
Ocak 1929 tarihli sayısında Amiral Battavia'nın şu sözlerini
aktarmaktadır:
"Mühendis - general Bourloen'in yaptığı
hesaplara göre, uçak kullanmak koşulu ile bunlardan atılan 500
ton kadar fosgen gazı on bir hektarlık bir alanı, yani Paris
şehrinin kapladığı araziyi yarım saat içinde yerle
bir etmeğe yeter de artar bile."
Albay Bloch ise, şunları söylüyor:
"Bir eve düşen 500 kiloluk bir
fosgen bombası burada oturanların hepsini öldürür."
Bu bomba patlayınca, 100.000 metreküplük
bir bulut vücuda getirecek, etkisi korkunç mu korkunç olacak. 30 metre genişliğinde,
100 metre uzunluğunda bir sokak düşünelim, bu sokağın
havası yerden 35 metre yüksekliğe kadar zehirlenecek. Eğer hava
rüzgarlıysa, çapı bir kilometre alan bir çember içindeki
delikleri, kapı ve pencere aralıkları iyi tıkanmamış
evlerin hepsi zehirlenecektir. Amerika Birleşik Devletleri ordusunun kimya
levazımı hizmetlerinin şefi olan general Fries şunları
söylüyor:
"450 kiloluk bir levist bombası
New-York'un 10 mahallesini oturulmaz hale getirecek, bu sevimli mamulü
ihtiva eden yüzlerce tonluk bomba bütün New-York'taki canlı şeyleri,
suyu ve bütün gıda maddelerini zehirleyecek ve bunlar bir hafta süre
ile kullanılamayacaktır."
Lord Nalsburg ise, 11 temmuz 1929 tarihinde
Lordlar Kamarasında yaptığı bir konuşmada, 40 tonluk
arsin gazının bütün Londra halkını öldüreceğini
haber vermişti.
"Kimya savaşının
etkilerine karşı mücadele vasıtaları da mükemmelleştirilmektedir.
Hızla üreyip çoğalabilecek bir mikrop ve bu mikroba karşı
bir serum aranıyor. Böylece bu mikroba bulaşmış olan
halk iyileşmek için serum isteyecek, serumu icat edenler de, örneğin
veba aşıladıkları halka kendi koşullarını
izah edeceklerdir."
Avrupa gazeteleri yaklaşan savaş hakkında
bu türlü ya da buna benzer haberleri sık sık yayınlamaktadırlar.
Bu makaleleri okuyan Avrupalı küçük burjuvalar hiç şüphe yok ki,
bu gazlarla çocuklarının, karılarının, ihtiyarlarının
zehirleneceklerini anlayacaklardır.
Londra'nın, Paris'in, Berlin'in büyük
meydanlarından birinde birkaç hırsız, birkaç haydut toplanıp
hangi mahalleyi soyalım, bu işi nasıl kıvıralım,
diye ulu orta tartışmaya kalkışacak olsalar, küçük
burjuvazi, "toplumsal bakımdan tehlikeli" olan bu vatandaşların
bu mütevazı niyetlerini şu ya da bu tarzda önlemek için, mutlaka
harekete geçecektir. Oysa, milyonlarca insanı kitle halinde öldürme
tasarılarını herkesin önünde gazetelerde, Millet Meclislerinde,
Cumhurbaşkanlarının verdikleri ziyaretlerde tartışılan
son derece, ama cidden son derece cani ve toplumsal bakımdan tehlikeli olan
"insanlara kıyanların" niyetlerini önlemek, küçük
burjuvaların hiç mi hiç akıllarından geçmez.
"Hümanizma"yı bir tarafa bırakalım.
Mülkiyet hakkındaki içgüdüsü ile insanoğlunun yeryüzünde yaşamasını
sağlama içgüdüsü küçük burjuvalarda bir korku bir tasa uyandıracak
gibi gelir, küçük burjuvadaki rahatına düşkünlük eğilimi
kendisini: "savaş istemiyorum!" diye haykırmağa
zorlayacak gibi gelir. Yoo, hiç de böyle bir şey yaptığı
yok.
Sovyet iktidarı Avrupa hükümetlerine
derhal silahları bırakma (silahsızlanma), sonra da, silahları
dört yıl içinde bırakma tasarısı önerdiği zaman, küçük
burjuvazi bu teklifleri duymamazlıktan geldi. Bu teklifleri elbette ki
duydu. Ama, dar ve gelenekler altında ezilip kalmış alan düşüncesinin
işleyiş tarzı kendisine, bu basit, aydın ve kelimenin tam
anlamıyla insanca olan önerinin gerçekleşmesi mümkün olmayan,
tamamen hayalci bir şey olduğunu düşündürdü.
Daha başka bir çok şey küçük
burjuvazinin gözüne gerçekleşemez ve hayali gibi göründü. Örneğin,
Fulton'un buharlı gemisi, Yabloçkin'in elektrik ampulü, özgür ve cesur
zekanın kültürü yaratan, yaşamı zenginleştiren bu gücün
kazandığı sayısız zaferler küçük burjuvazinin gözüne
böyle görünürdü.
Küçük burjuvanın temel koşulu şudur:
"Böyle gelmiş, böyle gider". Bu kelimelerin çıkardığı
ses bir saat rakkasının otomatik hareketini düşündürür. Küçük
burjuvazi gerçekten, sahiden çürümektedir. Tıpkı "her balık
baştan kokar" dedikleri gibi.
Küçük burjuvazi Sovyetler Birliğindeki
devrimci düşünceye sahip işçilerin ve köylülerin "yırtıcılardan
ve asalaklardan temizlenmiş işçi devleti kurmak" amaçlarını
da hayali ve gerçekleşemez bir şey sayar.
Sovyet gazetecileri, "evdeki
pislikleri" süpürüp sokağa atmakla küçük burjuvalara bol bol
yedek "düşünce gıdaları" vermiş oldu. Bu çürümüş
artıklarla beslenen küçük burjuva tekrar canlanır, mutlulukla gülümser,
kendi soyundan olanlara göz kırpar: "Göreceksiniz bu tutmaz, yine
bizim dediğimiz çıkacak."
Sevinmeğe ne hakları var: Evi her türlü
pislikle kirleten, hâlâ da kirletmeğe devam eden kendileri değil mi?
Kibirlenmeğe hakları var: İşçi köylü iktidarının
demir bir süpürge ile temizlemeğe çalıştığı
pislik, çamur, toz yığını, her şey yüzyıllar
boyunca bunların yarattıkları gerçek, küçük burjuva gerçeğidir.
Tanrının inayetine ve
"ahiret"te, cennetteki güzellerine inanmasına, lafta kalan
"düşüncesi"ne rağmen, küçük burjuva son derece
"maddi"dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile,
ekonomik refahı ile meşguldür. "Çok yemek, pek az çalışmak,
pek az düşünmek" ister. Onun için: "İşte bak şeker
azaldı, yumurta bulunmuyor, tereyağı ise aslanın ağzında..."
diye mırıldanır, söylenir, sızlanır durur.
Bunların 1916'dan beri azaldığını,
devrim düşmanı generaller ve küçük burjuvazinin "ideolojik önderleri",
Rusya'yı kurtarmak için, emekçi halkın öldürdüğü ve
ekonomisini mahvettiği yıllarda bütün bu "gıda
maddelerinin" hemen hemen yok olduğunu elbette ki unutmuştur. Örneğin
Napoleon'un Moskova seferinin, Kornilof, Denikin, Kolçak, Vralgel tarafından
girişilen ve özel mülkiyetin türlü "idealistleri"nden ilham
alan gemi azıya almış daha başka "yurtseverler"
tarafından girişilen harekat yanında çocuk oyuncağına
benzediğini küçük burjuva unutmuş gibidir. Yedi yıl süren
savaş yüzünden mahvolan ülke ekonomisinin daha geniş çapta ve
teknik bakımdan 1914 yılından öncesine oranla da mükemmel
şekiller içinde geliştirildiğini küçük burjuva görmek
istemez. Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde
sıkışmış kalmış olduğundan, kendisini
şahsen ilgilendirmeyen her şeye karşı kayıtsızdır,
ıslık çalıp: "Eskiden ne çok vardı, şimdiki ne
kadar az!" der ve Sovyetler Birliğinde aklı başında
insan, işçi ve köylü kitleleri arasından çıkmış kültürlü
emekçi sayısının hızla artışına da gözlerini
yumar. Tabii, bunun böyle olması işine gelmez, onda düşmanlık
duyguları uyandırır.
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen
zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık
aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş,
edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektuplar'ından bugüne
kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, akım yaratıcı
gücünü, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde
tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon
Tolstoy, Günce'sine 1851 de şunları yazmıştır:
"Bilinç insanın başına gelebilecek en büyük beladır."
Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: "Üstün
zeka insanı tiksindirir" demişti. Bu düşünce, bu büyük
yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanat
eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla
hiç başı hoş değildi. Bilinç altının korkunç güçlerini,
içgüdünün güçlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış
değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır;
ayrıca, düşünceyi o bir "şehvet prensibi" heyecanın
bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli
biri ise şöyle demişti:
"Düşünce acı kaynağıdır.
Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık
şan ve şerefle anacaktır."
Söylemeğe gerek yok. Yazar, örneğin
Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını
ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın,
Flaubert'ın yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin
mantıki gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu
kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık
vermiyor. Söz konusu olan şey filan ya da falan yazar değil, son
derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı
düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa, gerçekten ve son derece
devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce
yaşamı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma
olarak, bütün kültür yaşamını kolektif temeller üstünde
yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür.
İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım
açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla,
hatta isteyerek yazılmış bir takım kitaplarda, yazarın
belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü
inkar etmek, aklın "akli olmayan" ya da "bilinçaltı"
karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu
sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi yapılsa,
öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın
diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların
teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin
etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz
yerleştiriyor ki, etkisinin güçlü olmamasına rağmen, hele gençleri
yine de pekala zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı
hatırlatan pek çok kitap var.
Fıkra şu:
Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir
adama sormuş:
- Saçlarınızı niçin bu kadar
uzattınız?
- O uzun saçlar altında benim de çıplak
bir kafam var.
Verilen karşılık, pek nükteli
olmadıktan başka, pek doğru da değil. Bazı insanlar
vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının
dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının
boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından
mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde
bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:
"Kitabı açıp yirmi sayfa
kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler,
hep bizim kullandığımız kelimeler ama, ne yazık ki
yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı,
şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak
sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok
kasabasında Aleksandır Zahariç diye babacan, sarhoş tipli
bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği,
gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı
mı sırtımıza vurur:
- Gidi melunlar, derdi, isyan etmek için
daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep endişe
içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı.
Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış."
Mektubun bu bölümünü, işçi
kitlelerinden birinin düşüncesinin orjinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden
almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği
büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını
anlatmak için aldım. Yeni bir şey değil elbette bu. Ama bir kere
daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine
palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikayet eden
mektupları geçiyor elime:
"Küçük burjuvanın zafer kazanmak
için yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak
çok zor."
Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı
ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük
burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın
değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta
tuhaf tuhaf homurdanıyor:
"Bir marş bestelemişler: 'özel
ticaret yapan kadın'ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu
ne bayağılık..."
Küçük burjuvanın çevresini küçük
burjuvayı yavaş yavaş "kahramanlaştıran"
kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor:
Yazar, Gogol'un Kaput hikayesinde en anlamsız kişi olan Akaki
Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in ya da Leonid
Andreyef'in Düşünce adlı eserindeki kahramanın düşüncesi
ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün koşullarına
ayarlayarak, yeni bir karakter yarattığını sanıyor. Küçük
burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor: "Yahu benim de
derin ,duygularım varmış meğer!" diyor. Bizim eski
bildik Makar Davuşin ve daha bir çok "ezilenler ve hakaret görenlerin"
yeni kitaplarında dirilttikleri şeyler işte bunlardır.
"Şeker, yumurta, tereyağı bol değil" diye
neredeyse Dostoyevskivari acılar çekecekler.
Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek
sevilen "eşsiz kişiliği" mutlak özgürlüğe susamış
adam, "benliğini" göstermek emelinde alan ve küçümsediği
gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modern
edebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan
alınan malzeme ile yaratılmış ,bir kahraman hikayesini
okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde
gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer :
"Bütün ömrümce yürüdüğüm
yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, bireysel yoldur. Çünkü, dünyada
hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce
geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir."
Bereket versin, bu satırları yazan
kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda
ifade etmekle yetinmiş. Çünkü, bazen, aşağıdaki sözlerle
dolu olan kitaplar da var:
"Bence eserim, şarabın verdiği
mestlikten üstün, aşktan daha güçlü, uykudan daha tatlıdır."
O kimse bu cümlenin şüpheli üslubu ile hiç
şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor:
"Sanatçıyı sıradan bir
insan sayan şüpheciler, 'yaratma' ile mest olduğum sıradan
insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak
kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün
her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara
trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim."
Yazar, büyük bu şevkle sevdiği saçma
kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça
gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor.
Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden
kendilerinin "zekanın aristokratları" olduklarına inanıyorlar.
Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler
de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçe
daha çok lafebesi romanlar sunuyorlar. Eleştiriler birbirini yiyip
duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla
uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük
burjuvanın edebiyata sokulduğunun farkına biraz olsun varsalar,
daha iyi ederler.
Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek
olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun
zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır.
Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını,
bayağılılığını her geçen gün biraz daha
ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni
"toplumsal felsefe sistemi", burjuvazinin dünyaya egemen olmak için
doğa, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını
güçlü biçimde kanıtlayacak sistemler kuramadı. Nietzchenin:
"Yaşam saçmadır, yalan şarttır", "insanın
üstüne atılan kurttur", hakikatinde yüz kızartıcı,
doğaya aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için
giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'ln Batman Çöküşü
adlı kitabı, bu soydan daha bir çok kitaplar burjuvazide kahraman,
azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile
anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım
ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü
kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında,
vaktiyle, tamamiyle yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe
artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin,
İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı ve Denizden
Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe
İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının
kadın kahramanları haline gelmektedir. "Devletin temelinin"
-sağlam burjuva ailesinin- sarsıldığını gösteren
de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız
bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen
örgür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar.
Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş.
Kadın büyük ticaret kurumlarının başına geçiyor,
gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikar maceralarına atılıyor.
Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanya'da, kadınların iktidarı ele
almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi
sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık
aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık
veren dergiler çıkarılıyor. "Kulampara ve zurefa" kulüpleri,
lokantaları açılmasına kanun izin veriyor. Büyük burjuvazi içinde
intiharlar çoğalmış, cinayetler almış yürümüştür.
Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan
yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük
burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin
ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan
ve bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici düşüncenin toplumsal yaşamın
bugünkü koşullar karşısında ilerlediğine işaret
etmek yerinde olur. Bu ilerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri
edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir.
Bilimsel gerçek olarak, emekçileri doğa güçlerine egemen olmağa,
bilincin gerçeği olarak, emekçi kitleleri toplumsal üstünlüklerini,
siyasi iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor.
Eski toplumsal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında
birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı güç karşısına
çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla
ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin
ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlakı,
kolektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının
elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde
dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ıztıraplı
olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği
mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne
geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden
insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları
birbirleriyle ilişkilerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin
değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve
bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kolektifçiler oldukları
halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde
çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük
burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı
marazlı bir miras. Ama, insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek
ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni "tavır ve hareket kuralları"
yaratacak güçte değildir.
Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de
yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik- toplumsal bir sağlık
sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girilebilir. Bu oluşumun
kaynağı, milyonlarca küçük patronu kültürlü emekçiler, yeni
devletin bilinçli kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek
gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında
daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki bilinçli
bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek,
insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva
"ideolojisi" zehirinin dirilmesine karşı, "ezilen ve
hakaret gören" küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele
etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü
söylemeğe hacet var mı?
Günümüzün kahramanı, "halk
kitlesi"nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi,
mektup yazarı işçi, köylü, asker, okuma odasının başı,
idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni,
genç doktor ve genç ziraat mühendisi, "tecrübeli" ve eylemli köylü,
buluş yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır!
Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi
üstünde toplamalıyız...
*
Halk kitlelerinin bir çok şeye ihtiyacı
yardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu
kitle edebi belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli alan
şey, modern yaşal, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda
başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık
ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga Yoldaş "dergiciliği" örgütlemekle,
okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki yaşamı tanımak ve
öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi.
"Kurulu makinaları andıran vatandaşlar, beni "söz, kişi
özgürlüğü" ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde
bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmayacaklardır.
Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım.
Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek toplumsal ve kültür değeri
hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük
burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp: "Ne
sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama, gel gör ki, bırakmıyorlar
dilediğim gibi yaşayayım" diye haykırmasıyla başlar.
Haykırmaktan başka bir şey yapamadığına yine bin
kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa,
bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yandan, adeta devrim düşmanı
kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.
Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır.
Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu
kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözönüne aldığını
ve zekasını yeteri kadar besleyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı
örnekleri var. Ama, işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum
halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü
anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır
gibi tartışıyor? Her ikisindeki o acayip ve yersiz kişisel kırgınlık
tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına
saldırıyorlar?
Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı
göstermediklerini, tabii, kültür sahibi olmadıklarını da
anlatan. iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek
var?
Edebiyat kavgalarını inceleyen bir çok
kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksistler burjuva eleştirisi ile
polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını
bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bir kandırma
becerisi kazanırdı. Genç eleştirmemizin, kendilerine
"ideolojik çizgiyi" aslında tam bir doğruluk ve açıklık
vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez.
Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor
ki, lafazan belagat, çoğu zaman, "ana çizgi"yi karartmakta, ve
kalem tartışması da, hele taşradaki gençler tarafından
pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin "karanlık,
karışık", "zıtlıkla dolu" olmasından
sık sık şikayet ediyor.
Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç
Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: "Moskova'da aile
halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse
yokmuş gibi tartışıyorlar". Bir başkası ise,
yazdığı mektupta alay ediyor: "Her biri kendisinin en
ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks
Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?"...
Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını
ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli
yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri
konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı
olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında
kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve
yazar konferansları düzenlemeleri "bugünkü zihniyet"in emrettiği
bir şeydir.
1929
TEK BAŞINA YAŞAYAN KURT:
ŞERİT
İşçi sınıfı bütün
ulusların birleşmesine taraftar kılan kafalı burjuvanın
"belini kırdıkça", ölümün hızlı adımlarla
yaklaştığını gören bu burjuvanın çığlıkları
daha çok duyulan ve daha çok kulak tırmalayan hale gelmiştir. Bu
burjuva, kendi şahsında, "bütün Rus halkının ölümü"nü
sezdiğine inanır. Marazlı bir kendini beğenme ile kendinden
geçtiğinden bir sarhoş gibi yıkıldığını
göremez, ayağının altından yerin kaydığını
sanır. Kendine "yeryüzünün tuzu" gözü ile bakmaya alışmıştır.
Ve "tuzdan yoksun toprağın kısır, verimsiz" olduğunu
bilir.
Kişinin özgür katılması olmadıkça;
kalın kafalı burjuva "tuz olarak katılmadıkça, yarının
uygarlığını imkansız görür." Oysa, bir çok tuz
çeşitleri vardır! Asitler bunlardandır; bir çok tuzlar da,
toprağı iştaha getirip, bereketli kılar. Asitli toprağa
"tuzla" ya da "manlaha" denir. Küçük burjuvalar, Ekim
1917 Devriminden sonra, toprak sahipleri, sanayiciler, bankerler, maceracılar
ve haydutlar tarafına geçerek, işçiye ve köylüye epey tuz hatta
"en acı"sından pek çok tuz yutturmuşlardır. Gizli
örgütler, türlü ihanet hareketleri siyaset hastası ve devrim düşmanı
beyaz Rus göçmenlerin hareketleri, çocukların bile suratlarına tükürecekleri
Besedovski, Solomonof, Dimitriyevski ve hempalan gibi işçi köylü iktidarının
eski uşaklarının iğrenç ihanetleri gösteriyor ki, işçi
sınıfına ve Sovyet iktidarına hala zarar vermeğe devam
etmektedirler.
Bir çok tuz çeşitleri vardır. Bir de
tek başına yaşayan, parazit "asalak" olanı vardır.
Bunun, yakın bir şekil benzerliğinden başka, tuza benzer
tarafı yok. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız
tek başına demektir. İnsanın bağırsaklarında
yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar.
Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan
ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır.
Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan
atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir
şekilde ürer.
Tıp biliminin bize öğrettiğine göre,
şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş
şeklinde kendini belli eder.
Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük
burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının
usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit
gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı
üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar.
Her küçük burjuvanın temel özelliği
kendisinin "bir tek", "eşsiz" olduğuna inanmasıdır.
Bu yüzden o, her merasimde bulunur: "Bütün düğünlerde nişanlı,
bütün gömmelerde ölü" olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile
birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister.
Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte
yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir.
İnsanseverdir, insancıldır. Bunu
her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır.
Hatta genç kadınlar verdiği öğütlerde şöyle der:
"İnsan bozulmuş etten bile
faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve
hizmetçiye yedirin."
Küçük burjuva derin ve keskin zekalı bir
yaratıktır. 1929 yılında kah Prag'da, kah Paris'te görünür:
"İktisadi eşitliğin, kültürün
yarınki gelişmesi üstünde ne gibi bir yankısı olacağını
kesin bir şekilde bilemeyiz. Unutmamalı ki, kültür, ihtiyacın
etkisi altında maddi refaha ulaşmak emeli ile gelişmiştir.
Şimdi, maddecilerin ideali olan maddi refaha varırınca, bu
emelin kaybolup kaybolmayacağını bilmek söz konusudur."
Dindardır.
1927 yılında şunları yazar:
"İlk günahı dünyaya kadın
getirmiştir. Şeytan, hepimizin anası olan Havva'yı kokmuş
nefesi ile zehirlemiş ve onu çürümenin, şehvetin aleti haline
getirmiştir. Kötü şehvet düşkünlüğü, cinsi sapıklık
insanoğlunun içine işlemiştir."
Bu parça eski Marksist, bugün azılı
papaz olan S. Bulgakof'un Nişanlının Dostu adlı kitabından
alınmıştır. Kitap kulamparalık ile iğdiş etme
arası bir şeyi vaaz etmektedir.
Bir teklerden birinin "şehvet düşkünlüğü"nün
ve günahın kaynağı olarak kadın hakkındaki bu kara
taassup düşünceleri bana 10 nisan tarihli bir mektup gönderen okuyucunun
da hoşuna gider belki. Bu mektubun sahibi, "kadın" hakkındaki
makalem dolayısıyla, bana şu soruyu soruyor:
"Dinin yaşadığına
gerçekten inanıyor musunuz?"
Hayır, inanmıyorum. Emekçi halkı
ezen bir silah olarak din hala vardır. Yüz kızartıcı, kötü,
insanlık dışı rolünü oynamağa devam etmektedir.
Bu rolü özellikle katolik dini gayet güzel oynamaktadır; başında
da Tanrıyı temsil eden "bir tek" adam vardır; bu adam
Tanrıya yalvarmış, Alman ve Avusturyalı katoliklerin kökünü
kazımakta Fransız ve İtalyan katoliklerine yardım etmesini
istemiştir.
Bizim "bir tek" Sovyetlerden biri son günlerde
bana çok öfkeli bir mektup yolladı; mektupta diyor ki :
"Başardığımız
İşler adlı gereksiz bir dergi çıkarmağa kalkışmışsınız.
Bu dergide başardığınız hangi işleri
anlatacaksınız?"
Sonra da haykırıyor:
"Ziraat traktörleri, memleketi elektriğe
kavuşturma diyorsunuz, ama mujiklerin ayaklarında çarık
yok... Toprak sahibi köylülerin devri çoktan geçti!"
Bu ateşli sözlerde katıksız küçük
burjuvanın siyasi programını gayet doğru ve gayet sadık
bir şekilde ifade edilmiş buluyoruz. "Mujiğin ayağına
çarık giydirmek" için, "toprak sahibi köylüye yardım
etmek" özgürlüğü tanınmasını ister. Sovyet iktidarı
ziraat traktörler ile, memleketi elektriğe kavuşturma ile, geniş
devrimci eğitim çalışması ile onun bunu yapmasına
engel olmaktadır.
Mektup gönderen okuyucu "eski aydınlar
Devrimden uzak duruyorlar" diyor.
Bunların hepsi yalan.
Bu okuyucu bilir ki, "eski aydınlar,
Devrimden "uzak durmamışlar", aksine, memleketin eski
efendilerini, işçilerin ve köylülerin düşmanlarını hem
maddi, hem manevi bakımdan desteklemek suretiyle, Devrim aleyhine yürümüşler,
yapılan her iyi işi baltalayan insanlar olarak da, bugün Sovyet
iktidarına düşman olanlar yararına çalışmaktadırlar.
Aydınların en iyileri, en cerbezelileri
ve en beceriklileri, memlekette fedakarca çalışmaktadırlar.
Aydınlar, bilimin ve tekniğin emekçileri
olarak, o saçma ve kara cahil kişilerin egemenliği devrinde elli yılda
başarılamayacak işleri on iki yılda başarmışlardır.
Bilimin ve tekniğin Sovyet Rusya'da elde
ettiği başarılarla memleketimiz burjuvazi dünyası karşısında
övünebilir. Burjuvazi bu başarılardan ürkmeğe başladı.
Çünkü, bu başarılar memleketimizi zenginleştirmekte ve
sanayimizi geliştirmektedir. Bunlar ancak yeni rejim zamanında,
bilimin ve tekniğin oynadıkları rolü iyice anlayıp, araştırmalara
ve tecrübelere, bilim enstitülerine ve bilimsel araştırma
heyetlerine mali yardımda bulunan bugünkü rejim zamanında mümkün
olabilirdi.
Gayet iyi bilirim ki, bizim iyi küçük burjuvacığın
dişi ağrıdı mı, dişini çektirmeyi göze alamazsa,
bütün dünya gözüne cehennem gibi görünür, bu zavallı masumun acısını
dindirecek hiçbir şey bulunmaz olur.
Hiç bir işe yaramadığından
ötürü kendisine kötü muamele edilen küçük burjuvayı avutmaya hiç
de niyetimiz yok elbette.
Ekim 1917 Devriminden önce, vahşi ve
verimsiz Dağıstan'da 90 okul bulunduğu dağlı
kabilelerin bu okullar vasıtasıyla Ruslaştırılmağa
çalışıldığı, bu okulların 1918'de bu
kabileler tarafından bu yüzden yıkıldığı, bugün
bu memlekette 483 okul bulunduğu, daha da yenilerinin yapılmasına
devam edildiği bu küçük burjuvaya söylense, bu olaylar bu "bir
tek, eşsiz" insanın diş ağrısını
dindirir mi acaba?
Romanoflar zamanındaki kişi saltanatının
kilise ile suç ortaklığı ederek köylülerin bilincinin gelişmesini
suni bir şekilde durdurduğunu bu küçük burjuva çoktan unutmuştur.
Köylü gençler için modern okullar açıldığını, yüzbinlerce
köylünün ortaokullarda, sanat okullarında, ziraat okullarında, yüksek
öğretim kurumlarında öğrenim gördüklerini, "evde üniversite"
çalışmaları olduğunu, bütün bunların sözü edildiğini
işitmek bile istemez.
Oysa, "aşçı kadın" çocuklarının
okula alınmadıkları günler, kişi egemenliğinin
ideologu ve bu egemenliğe ilham veren, okuyup yazma bilmeyi köstekleyecek
papaz, köy ve mahalle okullarını örgütleyen Pobyedonotsef'in hayasızca
"cahil bir halkı idare etmek kolaydır" dediği günler
daha unutulmadı.
Devrimci buluşlarla uğraşan
binlerce işçi doğurdu; bu kahramanlar memleketi durmadan zenginleştirmeğe
devam etmektedir.
Ettiği kârlarla ceplerini doldurmağa,
bunu görmeğe alışmış olan insan bütün bu olayların
değerini anlayıp hiç sevinebilir mi?
Küçük burjuva, "bir tek" ve "eşsiz"
insan olarak, özel mülkiyetin taptığı put olan köylünün
zihniyetini gayet iyi bilir; umduğu şey, hep köylü kitlesinin yüzyıllardan
beridir demir attığı yerden bir adım öteye götürmenin mümkün
olmayacağıdır, bunun başarılamayacağıdır.
Herkes bilir ki, "eşsiz"lerin yüzyıllardır
süren açgözlülüğü, toprak gasp etmeleri ve zenginlikleri emeği
kitlelerin, en çok köylülerin etine kazılmıştır. Köylüler
köleliklerinin ve kültürsüzlüklerinin özel mülkiyetten ileri geldiğini,
verim kabiliyetini kaybetmiş bir toprağı işleyerek kürek
mahkumu sefil yaşayışlarını devam ettirmek için
kendilerini boşu boşuna öldürdüklerini anlamakta hâlâ. güçlük
çekmektedirler.
Bununla beraber, köylü yavaş yavaş başını
topraktan kaldırmaktadır. İki milyon tirajı olan Köylü
Gazetesi'ni her gün muntazam bir şekilde okuduğu gibi, daha bir
çok gazetenin, sayısız bir çok kitap ve broşürün de
okuyucusudur köylülerimiz. Bu kitaplardan eski geleneklere göre değil,
daha modem, daha insanca yaşamasını öğrenmektedir. Köylü
için yayınlanan kitap sayısı muhakkak ki 100 milyona yaklaşmıştır.
Daha şimdiden söylenebilir ki, Sovyetler
Birliği köylüsü kadar gazete okuyan hiç bir memleket gösterilemez.
Köylüye bu kadar çok yayın yetiştirmekten
elde edilen sonuçlar nelerdir? Köylüler daha okumuş, daha bilgili
insanlar haline gelmektedirler. Bu göze batan olaya, ancak batmış bir
insanın gözü kör umutsuzluğu itiraz edebilir.
Köylüler binlerce toprak teknisyeni, ziraat mühendisleri,
uzmanlar, öğretmenler, edebiyatçılar, yeni bir "toprak
tuzu" yetiştirmektedirler. Bunlar, küçük burjuvanın yararına
olan şeyler değil, aksine onu mahvedecek şeylerdir.
Büyük Kuzey deniz yolunun, Turksib'in,
memleketi elektriğe kavuşturmanın, sanayileştirmenin, geniş
gübre yatakları keşfetmenin, Urallar'da ve Kuzey mıntıkasında
petrol bulmanın, Türkistan'ı sulamanın, pamuk ekilen alanları
genişletmenin, yeni dokuma bitkileri yetiştirmenin, Astuakan mıntıkasında
pirinç yetiştirilen alanlarda yapılan değerli şeylerin, sözün
kısası Sovyet iktidarı tarafından girişilen adeta
efsanevi çaptaki bu faaliyetlerin asalağa ne gibi bir menfaati olabilir?
Köylü ile işçi milyarlarca rublelik üretim
yapmaktadırlar, ama bu paralar "efendiler"in kasalarına
girmeyecek, emekçilerin ceplerine girecek ve memleketi makinalarla donatmakta,
fabrikalar kurmakta, karayolları ve demiryolları yapmakta, ulaştırma
araçlarını çoğaltmakta, milyonlarca işçi ve köylü çocuğunu
eğitmekte kullanılacaktır.
*
Tek başına yaşayan insanın sözünü
edince, "bir tek" ile başı dönen, serseme çevrilen gençleri
düşünüyorum.
Küçük burjuvaların birer asalak olarak
devletimizin organlarında neler yaptıklarını anlamak için,
doktor olmaya hiç gerek yok. Bunların çalışmalarına elverişli
olan bir takım koşullar var.
Küçük burjuvalar tarafından kuşatılan
işçi ve köylü kitlesi içinde, sahiden bereketli, organca düşmanı
olduğu küçük burjuva ile hiç bir kimyasal yakınlığı
ve bağı bulunmayan yeni "bir toprak tuzu" hızla gelişmek
ve şekillenmekle beraber, bu tuz çok çetin maddi koşullar içinde,
devamlı bir çalışma, dayanılmaz bir mücadele pahasına
gelişmektedir.
Bu yeni gücün bir kısmı iç savaşın
kanı ve ateşi ile bilenmiştir. Sosyalist toplumu kurmak gibi güç
ve büyük bir işe girişmiş, sinirleri yorgun düşmüştü.
Dinlenmeğe olan ihtiyacına hiç bir suretle itiraz edilemez.
Sonra, 1920'de, on-onbeş yaşında
olan çocuklar gelir. Bunlar, geçmişi, ancak kitaplardan öğrendikleri
için, bu geçmişe büyük nefret beslemezler. Küçük burjuvacıkları
hor görmezler. Bunlar da güç koşullar içinde yaşıyorlar ama,
içinde yaşadıkları bu koşullar babalarının
evvelce yaşadıkları koşullardan iyidir. Bu çocukların
istedikleri ve aradıkları şeyler çok daha fazla ve çok daha yüksektir.
Memleketin iktisadi gelişmesi büyük bir hızla devam etmekle beraber,
yine de memleket bu gençlerin arzu ettikleri şeylerin hepsini karşılayamaz.
Biz bir "yapı yeri üstünde" yaşıyoruz. Küçük
burjuvacıklar "iyi bir yaşama" son derece susamış,
yorgunluktan bitkin insanlar üstünde ifsat edici, ahlak bozucu bir etki yapıyorlar.
Onun içindir ki, kartal yavrularının,
yumurtadan yeni çıkmış civcivler gibi, sık sık cıvıldaştıkları
ve aslan yavrularının domuz yavruları gibi davrandıkları
görülüyor.
17 yaşındaki bir Bay bakın ne
şairane şeyler yazıyor:
"Büyük ve güzel bir yaşama susamışım.
Oysa, yaşadığım yaşam öyle cılız, öyle
ilgi çekici olmaktan uzak ki. Kasvetli günleri tespih çeker gibi bir bir
çekiyorum. Hangi maksatla, nereye gitmek için?"
19 yaşındaki bir Bayın da derdi büsbütün
başka:
"Yaşam benim için yaratılmış,
ben yaşam için yaratılmamışım. Dedem ile babam
memlekete verecekleri haracı vermişler. Öğrenimimi rahat
rahat yapmak, bana toplumsal çalışma yüklenmemesini istemek hakkımdır."
"Bir tek" adam bu sızlanmaların
hepsini duyar, civcivlerle birlikte yarım sesle cıvıldaşıp,
kendi içinden "güçlerimiz gittikçe artıyor" diye sevinir.
Sızlanan dertli gençlere evvelce verdiğim
cevaplarda şikayetlerini bana göndermekle ve benden yardım beklemekle
yanıldıklarını söyledim. Asalak adayların iniltileri
ve hıçkırıkları hiç umurumda değil. Bunların cıvıldaşmalarına
acımaktan çekinmeyeceğim. Ben ancak cıvıldaşmalar arasında
cahillerin samimi hayretleri sezilen ve iyi sindirilmemiş bilgilerin sırıttığı
görülen mektuplara cevap veririm.
Gençler, gerçekten "büyük ve güzel bir
yaşam" yaşamak istiyorsanız, yeryüzünün zenginleşmesi,
insanların peşin hükümlerin, araştırmaksızın
edinilmiş bilgilerin ve batıl inançların yüz kızartıcı
esirliğinden kurtulmaları için, yaşamsal pratik değeri olan
pek çok çalışma yapmış, bunları biriktirmiştir.
Geçmişte insanlık için yaratılan faydalı şeylerin
hepsi, işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın
kurmağa başladıkları dünyanın sadece ilk temel taşlarından
ibarettir.
Bana boş olan kafaları "bir
tek"in egemenliği altında dönüp duran delikanlıların
anlamak ve kavramak zorunda oldukları şey işte budur.
Bana mektup gönderen gençler dar kafalılığın
ağır havası içinde gelişmektedirler. İnsanlığın
yaşamını, bütün evrende belki de istisna teşkil eden bir
olguyu, cahillikten gelen bir cesaretle, "tespih gibi çekilen kasvetli günler"
olarak değerlendiriyorlar. İnsan, ilk önce bu sözlere gülüyor.
Eski dünyanın yıkılışı ortasında, eşitlerin
devletinin kuruluş yıllarında; çok coşkun bir hava içinde,
tarih tarafından ölüme mahkum edilen insanın bütün yeni olaylara
inatla ve vahşice gösterdiği bir direnç içinde, dünya Devriminin
ilk günlerini yaşadıkları halde, bütün bunların karşısında
kör ve sağır gibi duran gençler için bu görüşün ne kadar kötü
ve zararlı olduğunu sonra sonra anlıyor.
Sevgili gençler!
Sizin iyiliğiniz için yürekten dilerim ki,
yaşam size iyi bir ders versin; yaşamın sert ve ağır
elini, biz insanların aklımızla ve irademizle işba haline
getirdiğimiz o büyük ve amansız eğiticinin, yaşamın
elini derinizin üstünde hissedesiniz. Yine yürekten dilerim ki, şikayetlerinizin
boş ve faydasız olduğunu anlayasınız ve şikayet
etmenin yüz kızartıcı -bu yüz kızartıcı sözü
üstünde ısrar ediyorum- bir şey olduğu üstünde ve bu şikayetlerin
mektuplarınızda bana sözünü ettiğiniz "gururlu iç bağımsızlık"
ile bağdaşmadığı üstünde ciddi olarak ve uzun uzun düşünesiniz.
Bu "bağımsızlık"
dediğiniz şey de ne demek? "Bağımsız olmak
izlenimleri"ni vücuda getirmek de, frenlemek de beceriksizlikten başka
bir şey değil ki. Kısacası, boş bir şey.
"Kişinin en yüce hakkı"nı
aramak, birey için gerekli olan özgürlüğü aramak, yeryüzünde insanlık
var olalı beri havaları titreterek bu hakkı aramak; insanların
içinde yaşadıkları ve boğuldukları vahşi ve
evrensel düşmanlık havasını bir türlü temizleyememiş.
aksine, insanı hayvani bencillik, kendini beğenme, hırs dedikleri
pisliklerin kokularıyla iyice zehirlenmekten başka bir şeye
yaramamıştır.
Kişi durmadan çığlığı
basmaktadır. Çünkü kendisinde bir ikilik bulunduğunun farkındadır.
Bu çığlıklarla bu ikiliği, kendindeki bu kötü tarafı,
hem kendi gözünden, hem de başkalarının gözünden saklamağa
çalışmaktadır. Kapitalist devletteki sınıf yapısının
kendisine aşıladığı çok peşin hükümler tarafından
vücuda getirilmiş zararlı şeylerin kökünü kazımadıkça,
bu ikilikten kendisini kurtaramaz.
Evet, kişi bu hastalıklardan kurtulmadıkça,
kıskançlık, hırs ve tamah, hasis ihtiraslar ve her türlü
pislikler tarafından kemirilecek, çürütülecek, mahvedilecektir. İdeal
küçük güzel yüzü, platonik bir şekilde güzel düşüncelere doğru
dönecek; ama, gerçek ve iğrenç ağzı ise, önce, sözle ve
hareketle hem kendini, hem başkalarını aldatmaktan ibaret alan yaşamın
pratik şeylerine doğru dönmüş olacaktır.
Özgürlüğe ve iç ahenge giden yolun ya açıkça
ya da gizlice inandığı şeylerin hepsini yıkmaktan geçtiğini
anlamadıkça kişi "yüzyıllarca" işte hep böyle
iki yüzlü bir Fanus olarak kalacaktır. İğrenç gerçek karşısında
iki kişilikli, köle ve kendine uşakça hayran kalmasının
sebebi budur; güçlerinin ve kabiliyetlerinin gelişmesini engelleyen
şey budur.
Tarih, ırk, milliyet, sınıf peşin
hükümlerinden kurtulmuş yeni bir insanın ortaya çıkmasını
istiyor.
Bu insanın ortaya çıkması mümkün
mü?
Zaman bu insanı vücuda getirmek yolundadır.
Bütün çabalarımızı, bütün ömrünüzü, hayal edilen bu
insanın yaratılmasında harcayıp kullanınız, böyle
bir insan olursunuz.
1930
AŞK, ÖLÜM...
Bana mektup gönderen bazı okuyucular aşk
ve ölüm teması üstünde felsefe yapıyorlar. Bunları en çok
şaşırtan şey "her canlı varlığın
yolu üstünde karşılaştığı" ölümdür.
Aklı başında yirmiye yakın
insan tamdım ki, ölüm üstüne derin düşüncelere dalmanın
kendilerini daha da zeki hale getirdiği düşüncesindeydiler. Bu
insanlar bende de türlü türlü düşünceler uyandırdılar; ama,
açıkça söyleyeyim ki, bu filozofların koyu karanlıkları
mum ışığı ile aydınlatmağa çalışmak
için boşu boşuna harcadıkları zamana pek acıdım.
Bana. öyle geliyor ki, bu yöndeki
"kuramsal düşüncelere girişmek ihtirası", "tanıma,
öğrenme melekesi"ni körleştirir, bizim "kuramsal düşünen"
adamımızı bir çıkmaza sürükler; genç filozof da kendince
hiç beklenmedik şu sonuca varır: "Yazımı bitirdim;
bana öyle geliyor ki, bu komünist gençlik örgütün üyesi, marksist olan
benim tarafımdan değil, bilmem hangi şeytan tarafından yazılmıştır."
Ben şu düşüncedeyim: insan
"soyut bir şekilde" felsefe yapmamalı, etrafına
bakarak, etrafındakileri gözleyerek bunu yapmalı; kitaplara bakarak
değil, doğrudan doğruya tecrübeden doğmuş olaylara
bakarak yapmalı, bunun için gerçek tarafından sunulan bol
malzemeleri kullanmalı. Bundan başka, şunu bilmeli ve hatırlamalı
ki, bu gerçek, tarihin kendisi için tespit ve tayin ettiği aşamaları
bitirmiş ve "yüzyılımızın büyük eseri"nin
gelişmesini çok daha güçlendirmek için "felsefe" alanında
çok şey biriktirilmiştir.
Bu gençler topraktan doğdukları için,
elli yılda yine toprak haline geleceklerini mektuplarında yazdıkları
gibi, "karanlıklar içine ve evrenin soğuk derinliklerine" gömüleceklerini
ya da "herhangi bir yere" yollanacaklarını düşünmeğe
kalkarlarsa, bu insanlar, daha şimdiden yaşamdan uzaklaşmışlardır,
anlamına gelir bu. Yaşam kıskanç olduğundan, aylaklara hiç
yüz vermediğinden, bu gençleri metafiziğin karanlık
dehlizlerine şiddetle iterse, bunlar yaşama kızmasınlar.
İnsanoğlunun kötülüklerinin eseri alan dış görünüşündeki
çirkinliklerine rağmen, yaşam biyoloji bakımından sıhhatlidir,
nabzı iyi atan, güçlü, cesur, kendisini bereketli kılacak insanlar
ister, beri yandan da mastürbatörleri ve müraileri amansızca siler süpürür.
Bana öyle geliyor ki, "insan ile evren arasındaki
ilişkileri değerlendiren bütün felsefe sistemleri"nin en iyisi
ve en doğrusu henüz var olmayan ama, kurulmak üzere olandır.
Kurulmakta olan bu sistemin ne olacağını bilmiyorum. Zaten, bunu
bulmak da benim işim değildir. "Aşk"ın sözünü
etmeğe kalkışacak değilim. Bununla beraber şunu söyleyeyim
ki, bana kalırsa cinsi münasebetler alanında gençler, işi
basitleştirmeğe kalkışmışlardır ama, işi
basitleştirenler ileride bunu çok pahalı ödeyeceklerdir. Bu kaba ve
yüz kızartıcı basitleştirmeyi cezalandırma zamanının
mümkün olduğu kadar çabuk gelmesini yürekten dilerim.
Burada köpeklerin şöyle bir sözünü edip
geçeyim. Köpeklerin insana karşı besledikleri dostluk duygularını
benimsemek çok faydalıdır, ama, insanlar, geri kalan şeylerde, dört
ayaklı dostlarını taklit etmemelidirler.
*
Dünyadaki bütün olgular gibi, ölüm de bir
inceleme konusudur. Bilim, ölümü gün geçtikçe daha dikkatli ve daha
yorulmak bilmez bir şekilde incelemektedir. İncelemek, egemen hale
gelmek demektir.
Ölüm, yaşama büyük iyilikler yapar. Yıpranmış
olan, zamanını doldurmuş olan, yeryüzünde boşu boşuna
kalabalık eden her şeyi mahveder, yok eder. Buna itiraz edilecek.
Denecek ki, ölümün gücü ölüm henüz gelişmemiş olan çocukları
esirgemez. Ölüm çoğu zaman bütün enerjilerini harcamamış,
kullanmamış delikanlıları öldürür. Çok kabiliyetli,
toplumsal bakımdan değerli bir çok kimseler genç yaşta öldükleri
halde, bir takım kaba kimseler, budalalar uzun bir ömür sürmektedirler.
Papağanlar yüz yıldan fazla yaşarlar, bunlar sık sık görülen
şeylerdir. Buların hepsi doğru. Ama, bu üzücü olay hiç bir
zaman "ölümün kör, ilkel, yenilmez gücü" ile izah edilemez, olsa
olsa kötü ve yüz kızartıcı bir takım toplumsal ve
iktisadi koşullarla açıklanabilir. Toplumsal bakımdan değerli
insanların vakitsiz ölmeleri, başka bir patron tarafından kullanılmasından
korkup, daha çabuk "faydalanılacak" bir emek gücü ile bakılan
insana karşı aç gözlü "patron"un takındığı
tavırdan doğmuş vücutça fazla çalışmadan ileri
gelmektedir. Biliyoruz ki, yüzbinlerce işçi ve emekçi, emek güçlerinin
son derece insafsızca sömürülmeleri yüzünden yıpranıyor ve
vakitsiz ölüyorlar.
İnsanlar koleradan, tifüsten, sıtmadan,
veremden, vebadan vb. ölüyorlar. Oysa, "uygar devletler" de bu,
hastalıkları doğuran mikropların bulunması hiç de
zorunlu değildir. Son derece güzel şehirlerin etrafında çamur
ve pislik içinde yüzen dış mahallelerin bulunması, insanların
buralardaki evlere pislik çukuruna tıkılır gibi tıkılmaları
hiç de zorunlu değildir. Lüks oteller, toplumsal bakımdan iyi ve bakımlı
hastaneler kadar gerekli değildir. Bu basit gerçekleri durmadan
tekrarlamak çok sıkıcı bir şey, ama, fazla bilgisi olmayan
kimselerin çıkarını göz önünde tutarak, bu basit gerçekleri
tekrarlamak şart.
Kapitalistlerin "uygar" iktidarına
taraftar olanlar ve bu iktidarı savunanlar şu kanıdadırlar:
Kıçlarını bit ısırmışsa, bundan ne bit, ne
de kıç sorumludur, biricik sorumlu "doğa kanunu"dur. Hayır,
bundan sorumlu olan, kalın kafalının rahat oturmağa alışmış
olan kıçıdır.
Oysa, Sovyetler Birliğinde çocuk eğitiminin
ve analığı korumanın toplumsal koşulları iyiye doğru
götürülmeğe başlanmış ve çocuklarda ölüm oranı
derhal azalmıştır ve gittikçe daha da azalmaktadır.
İşçilerin sağlığı ise, izin sistemi,
"dinlenme evleri" vb. sayesinde güçlenmektedir.
Biliyoruz ki, tüfek, top, tank, uçak, patlayıcı
maddeler, boğucu gazlar ve insanları kitle halinde öldürmekte kullanılacak
türlü şeyler üretmek için "uygar devletler" bol bol hesapsız
para harcarlar. İnsan öldürme gittikçe daha pahalıya oturmakta, ya
işçiler tarafından çıkarılan, ya da insanlardan vergi
olarak alınan binlerce ton altını yutmakta ve bu insanlar,
verdikleri bu paraların karşılığı olarak, kurşuna
dizilmekte, patlayıcı maddelerle parçalanmakta, zehirli gazlarla boğulmakta,
denizlerin dibini boylamaktadırlar.
Top, mitralyöz, dinamit, boğucu iperit gazı
ve insanları kitle halinde öldürecek daha başka şeyler yapan
silah fabrikatörleri yarının ulusların boğazlaşmasına
büyük bir hararetle, ama, söylemeğe gerek yok, vaktiyle Doğunun
zenginliklerini yağma etmek düşüncesiyle, Kudüs'ü zaptetmeğe,
"İsa'nın mezarını kurtarmağa" hazırlanan
orta çağ Avrupa'sı baronlarından çok daha düşüne düşüne
ve daha metotlu bir şekilde hazırlanmaktadırlar. Arada şu
fark var: "Korkusuz ve kusursuz modern şövalyelerimiz"in gözünde
Kudüs, şehirlerde bankaların toplandığı caddeler,
"İsa'nın mezarı" ise, para kasalarıdır...
Ölümün kötü oluşu, yaşamda bir
eser yaratmak için bütün güçlerini henüz tam olarak kullanamamış
olan kimseleri öldürmesinden gelmez. İnsanlar birbirlerine karşı
daha saygılı ve dikkatli davranırlarsa, ellerindeki imkanları
sağlığın korunmasında, vücut bakımında
doktor, ilgisinde, hastalıkların sebeplerini incelemekte daha cömertçe
kullanmağa başlarlarsa, ölümün bu alandaki gücünü ve etkisini sınırlayabilirler.
Bilim, çiçek hastalığını, kolerayı, kuşpalazını,
vebayı, salgın hastalıkları, yüzbinlerce insanı
vakitsiz öldüren bütün bu hastalıkları yenmiştir. Doktorlar
gittikçe daha tecrübeli olarak ölüme karşı başarı ile mücadele
etmektedirler.
Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine
saldığı korkunun etkisi ile bazı kimselerin en değerli
güçlerini "ölümün sırrını" bulacağız
diye, "soyut" felsefi araştırmalarla boşu boşuna
harcamalarından gelir. Ama, felsefe lapayı bile bulmamış
oysa, ölüme karşı girişilen mücadelede lapa ile kene otu yağı
Schopenhauer'in ya da E. Hartmann'ın felsefesinden daha faydalı olmuştur.
Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine
saldığı korkunun hafızalarda bir takım tanrılar,
bir "ahiret" yaratmağa, cennet ve cehennem gibi uydurmalara sürüklenmesinden
gelir. Bizim gibi maden mühendisi, madenci, demirci "ölümlüler" öteden
beri yeraltı tanrısı Vulcanus'tan daha hünerliyizdir. Elektrik
teknisyenlerimiz de yaşam için, şimşek ve gök gürültüsünün
eski hükümdarı Jupiter'den daha faydalı ve daha güçlüdürler.
"Ahiret", ilkel insanın heyecanlarından
farklı olmayan heyecanlarımızın karanlık alanında
bulunur. Çünkü ölüm korkusu hem bu heyecanlar, hem de "nevin muhafazası
içgüdüsü" gizli eylemi üstünde hüküm sürer. Zaten, bu içgüdünün
düşünülmeden olan eylemini de ölüm korkusu doğurur. Şu
halde, "ahiret" gerçekten var olsaydı, önce sistemimizdeki
gezegenler arası ilişkileri kurduktan sonra, sonra da dünyalar arasında
ilişki kurduktan sonra, bu "ahiret" denilen şeyi evrenin
herhangi bir yerinde keşfedecektir. Ama, bu, acele olan bir şey değildir.
Biz, her şeyden önce, yeryüzündeki yaşamımızı iyice
düzene sokmağa bakalım.
İnsanların yeryüzünde çektikleri
cehennem azaplarını başka bir yerde rahat etmek boş hülyasıyla
telafi etmek için rahiplerin ve "Kilise babalan"nın cenneti
budalaca uydurduklarını tekrar tekrar söylemeğe gerek var mı?
Bundan başka, böylelikle, göklerdeki bir cennet mutluluğu düşü,
zenginlerin yeryüzünde sürdükleri yaşamın çekici ve göz alıcı
parlaklığını yoksulların gözünde biraz karartacak,
hatta söndürecektir.
Ölümün yüreklere saldığı
korku, dinlerin yaratılmasına sebep olduğundan dolayı kötüdür,
zararlıdır. İlkel insanların bilinçli yaşamının
başlangıcında, bir din yaratmak, doğa olgularını
bir düzene sokmak denemesi olduğu için, bu olguları insana benzeyen
tanrılar şeklinde canlandırdığı için, aslında,
korkutucu hiç bir şeyi kapsamayan bu halk yaratmasının belli bir
toplumsal faydası da vardı. Düşüncenin, fantazinin, gelişmesine
yardım ediyordu ve "sanat" yaratması olarak bugüne kadar hâlâ
değerini kaybetmedi.
Rahipler ve kilise adamları, sanat olarak,
din yaratmasına son verdiler, halkın dini görüşlerinden anlamsız
ve korkutucu bir takım ahlak sistemleri çıkardılar. Bu suretle,
düşüncenin, dünyayı tanımanın ve öğrenmenin,
fantezinin, düşüncenin gelişmesini uzun zaman sekteye uğrattılar.
Dünyayı şeytanlarla dolduran hıristiyanlığın-ki
insan tarafından yaratılan insana benzer tanrıları şeytan
kılığında gösterdi- uygarlığın ilerlemesi üstünde
çok kötü etkisi oldu. Şeytanların gücünden korkup, insanlara dünyadan
yüz döndürmeyi vaaz eden, insanlara en koyu batıl inançları aşılayan
on binlerce cahil keşişi, papazı doğuran hıristiyanlıktır.
Kilisenin tutucu sofuluğuna ve korkunç zulmüne düşüncelerine isyan
edenler ise, bu keşişler tarafından şeytan çarpanı,
dinden ve doğru yoldan sapanı sihirbaz, büyücü bir takım
insanlar sayıldı, meydanlarda diri diri yakıldı.
"Kutsal Engisizyonu" bulan sadece hıristiyanlıktı. Bu
zulüm ve işkence kurumunun eşine hiçbir dinde raslanmaz. Engizisyon
yedi yüz yıl içinde yüzbinlerce insanı "dinden ve doğru
yoldan sapmış" ve "sihirbaz" diye ateşte yakmış,
yüzbinlerce insanı da buna yakın cezalara çarptırılmıştır.
Hıristiyanlığın bunca övülen "insanlığına"
rağmen, Engizisyon, ancak Napoleon Bonaparte tarafından l800'de İtalya'da,
l808'de İspanya'da kaldırıldı, sonradan tekrar getirilmeğe
çalışıldı. Hristiyan kilisesinin bilime karşı
giriştiği tutucu ve amansız mücadele Avrupa tarihinin en utanç
verici olayıdır. Ama bu olay bugüne kadar ciddi bir şekilde
incelenip aydınlatılmamıştır. Kilisenin kültürlü
insanları manevi ve ahlaki bakımdan serseme çevirmesini şu olay
gayet güzel anlatır: Birinci Paylaşım Savaşındaki
emperyalist insan kıyımı sırasında Alman hıristiyanlar:
"Tanrım, İngiltere'yi cezalandırın!" diye dua etmişler,
İngilizler, Fransızlar, Ruslar insan öldürmek suçunu işlemekte
kendilerine yardım etmesi için Sevgi tanrılarına, aynı
duada bulunmuşlardı.
Bana mektup gönderen okuyucularımın
dinin "zorunluğu", "değeri" hakkındaki, bugünkü
ahlakın temeli olan din hakkındaki, en son "avunma kaynağı
olan din" hakkındaki sorularına yeteri kadar aydın bir
şekilde karşılık verdiğimi sanıyorum.
"Avunma"ya gelince, fikrimce, insanı en iyi avutan şey,
makul çalışmasıdır.
Demek oluyor ki, genellikle, dünyamızda her
şey gayet basittir. Bütün meseleler ve sırlar insanın
iradesiyle ve aklının gücüyle, yine insanın çalışmasında
ve yaratıcı eserinde hal şeklini bulmaktadır.
Utanç verici gerçeği haklı göstermek
ve insanları bu gerçekle bağdaştırmak isteyerek, herşeyi
arap saçına döndüren ve karartan, kendini zeki bilenlerin "hilekar
felsefesi"dir.
Dünyada insan aklı dışında
hiç bir makul güç bulunmadığını, yeryüzünün ve evren
hakkındaki bütün görüşümüzün ancak aklımızda bir düzene
konulduğunu, bugün de konulmakta olduğunu artık anlamamızın
zamanı gelmiştir. Aklın eylemi dışında, buzulların
hareketi, fırtınalar, depremler, kuraklık, aşılmaz
bataklıklar, balta girmemiş sık ormanlar, hiç bir şey
vermeyen çöller, vahşi hayvanlar, yılanlar, parazitler vardır.
İnsanın dışında, yalnız karmaşıklık
ve yıldızlar karmaşasının doldurduğu uçsuz bucaksız
uzay vardır, insan bu karmaşıklığı, düşüncesiyle
her şeyi bilmek ve öğrenmek içgüdüsü ile sağlam bir düzen
getirmiştir ve getirmektedir: Tıpkı, bataklıkları
kurutarak, çölleri sulayarak, dağlar arasından yollar açarak, vahşi
hayvanların ve parazitlerin kökünü kurutarak ve iyi bir mülk sahibi
olarak dünyaya bir "çeki düzen vererek" yeryüzünü bir düzene
soktuğu gibi.
İnsanoğlunun zulmeden, zülüm gören
ya da arabuluculuk eden gibi üç tutumunu tayin eden toplumsal koşulların
ortadan kaldırılması gereklidir.
Doğanın ve devletin sınıf yapısının
şu ya da bu şekilde çıkardığı maddi engeller, ya
da, örneğin kilise gibi ideolojik baskıların şu ya da bu
şekilde çıkardığı engeller ortadan kaldırılmalıdır.
İnsandaki güçlerin, kabiliyetlerin özgür gelişmesini, kültürün
gelişmesini engelleyen her şey kaldırılmalıdır.
Kişisel faaliyetin bilimin, tekniğin ve
sanatın türlü alanlarında parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da
vermekte olduğu, bu faaliyet egemen sınıfın
"gelenekleri" ile, zevkleri ile menfaatleri ile tamamiyle bağdaşınca
parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da vermekte olduğu inkar edilemez.
Ama, bir kimse düşünceye, "geleneğe",
evrensel bayağılığa, menfaatlere, alışkanlıklara
aykırı hareket ettiği takdirde, bu menfaatler, bu alışkanlıklar,
vb. arasında yeri olamaz. Bu insan ya zindana atılır, ya da diri
diri ateşte yakılır. Sokrat ile Galile'nin başına
gelenler, yaşayışın ve düşüncenin sağlam
temellerini sarsmağa çalışan onbinlerce, yüzbinlerce insanın
da başına gelmiştir. Uşaklık etmeyen, bundan ötürü
de istenmeyen insanlara böyle işkence etmekle, evrensel bayağılık,
kendini savunmak ve yeryüzündeki egemenliğini güçlendirmek için
kendisine mutlaka gerek olan o ikiyüzlülüğün ne kadar derin olduğunu
bütün çıplaklığı ile göstermiştir.
Biliyoruz ki, küçük burjuva bütün düşünceleri
ve bütün duyguları ile tamamiyle bireycidir. Küçük burjuvanın başka
türlü olmak elinden gelmez. Çünkü, küçük burjuvanın bireyciliği
burjuva toplumunun asıl temelini oluşturan "kutsal özel mülkiyet
kurumu"na dayanır. Her küçük burjuva felsefesinin hedefi, insanları,
"özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" yoluna, "sınıflar
arasındaki asude işbirliği" yoluna götürebilecek biricik
temel olarak bu "kutsal özel mülkiyet kurumu"nu güçlendirmek ve
haklı göstermektir.
Karl Marx'ın öğretisi bu felsefenin
yalancı niteliğini gösterdiği gibi, 1914-1918 Birinci Paylaşım
Savaşı, küçük burjuva etkileri ile güçle zehirlenmiş olan
Avrupa işçi sınıfının örgütündeki yetersizlik yüzünden
kurulmasına sebep olduğu faşizm gibi olaylar da bunun böyle olduğunu
göstermiştir.
Küçük-burjuva bireyciliğinin kişilik
karşısındaki tutumu, bu bireyciliğin ikiyüzlülüğünü
ve sahtekarlığını tamamiyle ortaya koymuştur. Küçük-burjuva
düşüncesi, genellikle, kişisel güçlerin ve yeteneklerin normal
gelişmesini köstekler ve bozar. Burjuva devletinde, kişiliğin
gelişmesi karmaşık bir ulusal çıkarlar ve sınıf
çıkarları baskı sistemi ile, bir dini, felsefi, hukuki düşünceler
sistemi ile sınırlanmıştır. Bu sistemin hedefi,
insandaki "toplumsal hayvan"a has özellikleri geliştirmektir.
Ama vardığı sonuç tersinedir. Gerçekte insanların çoğu
bir azınlığa boyun eğen kuzu gibi hayvanlar haline gelir ve
bu azınlığın çoğunluğu ezmesini kolaylaştırır.
Güçlerin faaliyeti, en başta açgözlü
bir sermaye birikiminde, yani resmi bir yağmada, sonra topluma karşı
işlenmiş ve yasalar tarafından kovuşturulan suçlarda, yani
küçük çaplı hırsızlıkta, haydutlukta, katillikte, en son
cinsel taşkınlıklarda kendini gösterir. Enerji başka
uygulama alanı bulamazsa, başka bir faaliyet alanı tarafından
kullanılmazsa, enerjiye geniş bir uygulama alanı sağlar.
Karmaşık bir sınıf baskısı
sisteminin az bir zorlaması, insanların duyguları, "bilinçaltı"ları
üstündeki etkisi bunlarda anlayışsızlık ve yaşam karşısında
korku doğurur, bunları bütün tanrıları ve dinleri yaratan
ilkel atamız gibi düşünmeğe zorlar. İnsan dışında
ve insana düşman "objektif güç" bulunduğunu ve bu güçleri
yenemeyeceğini düşünmeye zorlar. Olaylar karşısında
boyun eğmek insanı pasif hale getirir.
Yaşamın çelişkilerine sinirlenen,
öfkelenen kimselerdeki heyecanlar ise, bilincin gelişmesini durdurur,
karartır. Ama bu kimsenin "bilincin varlığı çoktan geçtiğini"
düşünmelerine engel olmaz. Böyle bir ruh hali insan ile gerçek arasındaki
ayrılığı daha da derinleştirir, insanı anarşist
haline getirir, ona şu anlamsız kötü şeyleri söyletir:
"Onbeş yıldan beri yaşam
benimle kedi fare ile oynar gibi oynuyor. Şimdi bütün öğretim
yapanlardan nefret ediyorum. Ben onlardan daha zekiyim. Kendimi hiç düşünmeden,
bunları cephede elde silah savunduğuma acıyorum."
"Kendisi uğrunda" giriştiği
kısır mücadelede daha şimdiden vahşi hale gelmiş bir
insanın çığlığı bu.
Kapitalist rejim, insanları, zulmedenler-zulüm
görenler, uzlaştırılması mümkün olmayanı uzlaştıranlar
diye bölümlere ayırır. Kaldı ki, ispat edilen bu itiraz edilmez
şeyi anımsatmaya bile gerek yok. Yine de, anımsatmak ister. Çünkü,
yaşamda çabucak rahat bir mevki sahibi olmak isteyen bir çok genç bu
acelenin kendilerini geçmişe doğru sürüklediğini belki de
anlamıyorlar. Yine anlamıyorlar ki, sürüklendikleri geçmiş
kanlı bir cambazhane sahnesidir, kapitalist gerçek bu kanlı meydanda
bütün revasızlığı ile gemi iyice azıya almıştır,
hümanistler ve arabulucular, uzlaştırıcılar bu kanlı
meydanda insanın içini titreten birer soytarı rolü oynarlar.
Yorumlar
Yorum Gönder